top of page

Çözülmenin estetiği: Şiirde laiklik arayışları

Poe, Valéry, Eliot gibi entelektüel şairlerin modernliğin krizinin son derece farkında oldukları için tutarlı bir modern şiir teorisi kurmaya girişmeleri tabiiydi. Bizim sekülaristlerimizse henüz modernlikten zevk alma aşamasında ayak diriyorlar.


· Hakan Arslanbenzer ·

T. S. Eliot

hiçbir şey sonsuza kadar sürmesin -rica ederim[1]


Şiirde modernizm klişesi, klişenin gerçeği ne ölçüde açıklayabileceği bir tarafa, şairlerin dinî bilinçten seküler bilince doğru evrildikleri şeklinde özetlenebilir. Bunu T.S. Eliot bir çözülme olarak değerlendiriyordu. Eliot’a göre 17. yüzyıldan itibaren İngiliz şiirinde düşünceyle duygu, şuurla vicdan arasında bir dissosiyasyon, Türkçesi kopma yaşanmıştı ve modern şairin görevi şuurla vicdanı tekrar birbirine tutturmak, birbiriyle ilişkili hale getirmekti. Bunun için olmalı; Eliot ABD vatandaşlığından İngiliz vatandaşlığına geçti, kralcılığı tercih etti ve Anglikan Kilisesi’ne kaydoldu. Aynı güzergahı şiirde de takip eden Eliot, geleceği mitolojide aradı; zira öze dönüş peşindeydi.

2000’ler Türkiye’sinde laiklik arayışındaki şairlerin Eliot kadar geniş bir ufukları olduğunu söylemek abartı olur. Poe, Valéry, Eliot gibi entelektüel şairlerin modernliğin krizinin son derece farkında oldukları için tutarlı bir modern şiir teorisi kurmaya girişmeleri tabiiydi. Bizim sekülaristlerimizse henüz modernlikten zevk alma aşamasında ayak diriyorlar. Cansever’den bugüne kadar bu hususta çok fazla bir ilerleme kaydedebildikleri söylenemez maalesef.

İngiliz şairinin laikliği çözülme olarak anlaması, kendi toplumunun yüzyıllar süren modernleşme tecrübesine vukufiyetle, en çok da Büyük Harp’in yol açtığı yıkıma şahit olmakla alakalı bir husus. Avrupa’da laiklik ve hümanizm önce sınıfları, sonra ulusları böldü; en nihayet bugün bireyi kendi içinde bir çözülüşe uğratıyor, hatta insanı inkar ediyor. Posthümanist yahut transhümanist bir çağı yaşadığımızı iddia edenler de yok değil. Bizde ise laiklik Batılılaşmış züppelerin, daha çok da Batılılaşma kisvesine bürünebilmiş lümpenlerin içki içmek, zina etmek gibi amellerinin kimlikleştirilmesi yoluyla dahil olabiliyor şiire.


günahı çokça kötülemenin sebebi

onu işlemeye yeteneksiz oluşun olmasın[2]


Günah işleme becerisi, daha doğrusu bununla övünmek, 2000’lerin laik şairinin Orhan Veli, Cemal Süreya ve Ece Ayhan gibi modernistlerden görüp sahiplendiği bir şey. İlhan Berk ve Edip Cansever’in dünyeviliği, birincinin entelektüel ikincinin şairane tutumu nedeniyle olsa gerek, yahut Berk’in fazla iyimser Cansever’in fazla kötümser olması yüzünden 2000 sonrası şiirde laiklik arayışlarını çok ilgilendirmemiş görünüyor. Laiklik, dünyevilik, materyalizm, din dışılık deyince akla tabii olarak Berk ve Cansever geldiği halde bu böyle. Üzerinde durmayı özellikle hak eden bir konu; ama bunu bu yazıda konuşmayacağız. Biz mevcutta kalalım, 2000 sonrasında.


sırf kağıt israfısın oğlum barış

ekmeğin bayatı peynirin yağsızısın

sütün bozuğu

etin mundarısın


domuzun domuzusun oğlum barış

siktir git senin nene gerek şiir

miir[3]


Benliğin bu ölçüde nesneleşmesi yeni bir şey. Yüzyıllardır şairler kendileriyle konuşuyor şiirde, kendilerinden üçüncü şahıs olarak söz ediyorlar; ama Türk şiirinde egonun inkarı yahut daha doğrusu toplumsal olan hiçbir şeyle (ahlak, siyaset ve elbette gelenek) ilişkisi kurulmadan soyutlanması atipik bir durum. Hatta bu bir anomi; çünkü bu asosyallik derecesi toplumun kişi üzerindeki denetiminin hissedilmediğini işaret ediyor. Egoizm var ama ego yok; çünkü egoyu ortaya çıkaran da yine kişinin dürtülerinin ya da yaratıcılığının (bakış açımızın psişik mi estetik mi olduğuna bağlı olarak) toplum tarafından sınırlanmasıyla ortaya çıkıyor. Daha sarih ifade etmek gerekirse, 2000 sonrası sekülarist şiiri toplumdan çözülmenin şiiri dersek abartmış olmayız.


yani yazık tabii kendine dua etmesi insanın kendi için[4]


bu dünyada ben sadece otobüse binerken akbil basmayı öğrendim[5]


hiçbir yere gitmeyen bir rezil olarak

kim sürdürmüyor ki kendini[6]


bir insan sâniyen neden doğar ki

ve elbette nuH’u es geçip

oku ki özne olasın, evlenesin, ölesin[7]


Ne yaptın?

-Boyunbağımı biraz gevşettim, rahatsız etmeyecek kadar tanrımı[8]


Sıradanlığın övgüsü diyemeyiz sanırım buna. Övgü yok çünkü. Sıradanlık şuuru var ama bunun vardığı ahlaki bir nokta yok; bir yargılama yok, itiraz yok, muhalefet yok. Özetle, kişiyi kapsayan ve hayatı kat edebilen kültürel ruh mevcut değil. Çünkü insanın vicdani yönünü tesis eden inanç ve bağlılık yok. Din ve politika 2000’lerin sekülarist şiirinden kovulmuş gibi. Seküler din, sol politika dahil.

Bu nedenle ben bu şiire Yeni Biçimci Şiir demiştim. Biçimciliğin özü kültürün inkarıdır. Sanat eserleri külliyatı anlamında kültürden söz etmiyorum; insanın spontan ya da yaratıcı tarafından kaynaklanan ve neticede onun üstünde bir güç elde eden tüm nesnelleşmiş yapı, ürün ve ilişkilerden söz ediyorum. Kültür hem tüm insani iletişimi kapsayan evrendir hem de insandan insana iletilen anlamı deşifre etmemizi sağlayan temel kodlardır, ki daima etik bir yanları vardır bu kodların. Daha basit ifadelerle söylemek gerekirse, insan sözü olarak şiir yön tayinidir, okuyucuyu bir yerden başka bir yere yönelmeye davet ve teşvik eder. Bunu sekülarist şiirde sözün içeriği anlamında göremiyoruz.

Söz olarak şiirin kendisi bir şey söylemeyecekse, 2000 sonrasının sekülarist şairi toplamda bize ne söyler?


Yerçekimine bayılıyorum şahsen ben[9]


Müşahhas olma arzusu olarak yorumlanabilir, ki aynı şiirde “müşahhas” kelimesi has kelime olarak şiiri “yerçekimi”yle birlikte kat ediyor. Sekülarizmin yere ilişkin olma, büyüyü bozma, nesnelleşme olduğunu biliyoruz. Bu şuur seviyesinde olmasa da Orhan Veli’de de vardı aynı müşahhaslaşma, şahsileşme tavrı.

2000 sonrasının sekülarist şiirinde tutulacak bir ipucu yakalayabildik mi bu tespitlerden sonra? Acaba günümüzün şiirsel sekülerliğinin dürtüsel yanı ağır basmakla birlikte kişinin müşahhaslığına, nesnelliğine dair şuur elde etmesi diyebilir miyiz? Ahmet Güntan’ın kendi gibi Gezi olaylarına katılanlar adına söylediği bir şey geliyor aklıma: “Artık varız,” demişti Güntan. Var, dokunulabilir, yerçekimine konu bir yarı nesne yarı irade olarak insan…

Biraz süslersek böyle, yeni sekülarist şiirin çizdiği hat. Turgut Uyar’dan çok Orhan Veli’ye, Sezai Karakoç’tan ziyade Cemal Süreya’ya gitmelerinin nedeni bu. Uyar varlığını duymakla yetinmezdi, dünya hatta dünyalar tasarlamakla daha çok meşguldü. Karakoç da bir tür manevi yolculuğa çağırıyordu okuyucuyu. 2000 sonrasının sekülarist şiiri, aynı zamanda küçük burjuvaların şiiri olduğu için, ne okuyucuyu bir maceraya davet eder ne de ona bir dünya tasarlar. Bu şiir bizden temelde her şeyin olduğu gibi olmasından haz duymamızı istiyor.


ıkınmayı öğreticem sana uygun davranmayı kabullenmeyi[10]

 

NOTLAR

[1] Ünal, 2013, s. 21. [2] Çaçan, 2013, s. 58. [3] Özgür, 2013, s. 16. [4] Özgür, 2015, s. 41. [5] Özdal, 2011, s. 17. [6] Çaçan, 2013, s. 47. [7] Duman, 2010, s. 11. [8] Erte, 2010, s. 11. [9] Öztek, 2008, s. 12. [10] Buskas, 2010, s. 11.


KAYNAKLAR

Buskas, F. (2010). Çöt mendime görsektimi vuru?. Norgunk.

Çaçan, B. (2013). Güzelliğimden ölüyorum. Dedalus.

Duman, C. (2010). Ya da pişman değilim. Yeniyazı.

Erte, M. (2010). Alçalma. Yapı Kredi.

Özdal, D. (2011). Mehmet molla. 160. Kilometre.

Özgür, B. (2013). Yalaka. 160. Kilometre.

Özgür, B. (2015). Blitzkrieg. 160. Kilometre.

Öztek, M. (2008). Ben Google değilim. Pan.

Ünal, H. (2013). Şimdi aşk edebiyen değişir. Pan.

bottom of page