O ân, şairin neden bu işlere daha yatkın oluşundaki sırrı da ifşa ediyor. Daha en başından şiirini bu ülke toprağına kurmuştur şair. Ve çıkardığı madenler; dilsel, düşünsel zenginlikler hepsi bu toprağın derinliklerindedir.
· Dursun Göksu ·

Tanpınar Beş Şehir’de Bursa’dan bahsederken şehrin bazı semt ve muhitlerinin isimlerinin etrafında rüyalı bir biçimde dolanmaya başlar. Bu yerlere isimlerini veren zevat, her biri ayrı bir hikâye ve rivayete dayanan masalsı hayatlarıyla gezinmeye başlar satırlar arasında. Tanpınar ise Orhan Gazi’yi merkeze alır; döner, dolaşır onun halinden bahseder. “Yaptırdığı camilerin kandillerini kendi elleriyle yakan, imaretlerinde pişirttiği ilk yemeği kendi eliyle fakirlere ve gariplere dağıtan Orhan Gazi’nin yarı evliya çehresi bu destanın asıl merkezidir.”
Bir ân düşününce yazarın adeta o devirde yaşamış bir seyyah edasıyla olan biteni gizlice kameraya aldığı zannına kapılırız. Tanpınar’ın eski tarih kitaplarını nasıl özüne inerek sindirdiğini anlarız. Orhan Gazi bu hal içindeyken ne düşünmüştü? Buna aldırmaz Tanpınar, o hal üzere ilerler. Osmanlı’nın bu ilk nesil insanlarının hayatı, yaşayışı, toplumsallığı nasıl anladıklarını biraz oradan okur. Fakat hep o ân vardır. Zaten bölümün adı da Bursa’da Zaman’dır.
İşin zaman teorisi kısmını atlayarak düşünüyoruz bunları. Burada bazı izlerin, zamanı nasıl içinde yaşanılan bir algıya dönüştürdüğünü görmek için düşünüyoruz. Osmanlılık biraz önce böyle bir şeydir. Yani Gaza Beylikleri ve ihtişamlı medeniyet tasavvurunun arası. Öyle olmasa bile her şahsiyette Tanpınar şunu hatırlar gibi gelir yine de bana. O ân ne düşündü?
Biraz nostaljik başlayan girizgahımız yazımızın tamamında geçecek tezlerin anlaşılması için bir paralel evren mesabesindedir. Aslında böyle bir yazı yazmak niyetinde değildim. Nasıl olduysa Arslanbenzer şiirindeki “o ân” imgesini sürekli düşündüğümü fark ettim. Özellikle Oğul şiiri için bir ân şiiridir denebilir. Şiirdeki o ânlara bakalım.
Telefonu kapatınca ağlayan
Bostancı’nın ortasında sarsılarak
…
Bostancı mahşer yeriydi
Gidilecek ev yok
…
Tuvalete gitti aynaya baktı
Ayna tarafsızdı
…
Gözaltından çıktı karşılayanı yok
…
Ramazan geldi tekti Allah’ım dedi
Sen benim Allah’ımsın değil mi
Ezan okunuyor beni çağırıyorsun değil mi
Çağırıyorsan bu yeter
Nerdeyse şiirin tamamını yazmak zorunda kaldım. Fakat baştan sona bir film gibi izliyoruz olan biteni. Yüreğimiz ağzımızda. Arkada metalik bir sesle bir mahşer uğultusu içinde bir dakikalık bir Zeki Demirkubuz fragmanı bile olabilir. Burada Zeki Demirkubuz izbeliğinden ayrılan bir taraf var. Bir yandan bazı önemli ânlarda yalnız bırakılmış bir insan ama öte yandan ezan sesiyle açılan bir kapı. Hatta babasına üç evlilikten iki oğul verdiğini söylüyor. Aynı telmih Yuva şiirinde, "Ben başbakana üç oğul verdim" şeklindedir. Yani kaçış yaşantısının bozuk ruh halinden bahsetmiyoruz. Gayetle hayatın içinde yalnız ve mutmain olmaya çalışan bir insan görüyoruz. Fakat bir yerde insanın ayağının bağı çözülüverir. Yere kapaklanacaktır. Allah’la aramızdaki sırların inşası bu anlardadır. Gerçi Tanpınar "Cedlerimiz inşa etmiyordu, ibadet ediyordu," der. Mabetlere giremeyen adamın bu iklimi bu kadar yakından tanıması ilginç geliyor bana. Arslanbenzer şiirine döndüğümüzde biraz da bu halin kıvılcımı var gibidir. Birçok yerde, bulunması gerektiği gibi yer alan, üstüne düşeni yapmaktan kaçınmayan bir adam fakat hadisenin hep bir temel eksiklik barındırması. Bu şiirde baba, başka bir şiir için devlet. Vatan Somuttur, gitgide "Allah somuttur" yargısına varır bu yüzden.
Ne demişti şair.
Körün yürürken ayağının takıldığı bir ülkede yaşamak istemiyorum
Kaçışa inanmıyorum fakat -füg sanatı ve barok camiler
Sonradan görme bir şairin evinde gördüğüm gümüş takımları kadar bile
İnandırıcı gelmiyor bana, teneke kubbeli betondan camiler kadar
Kurşun pahalıdır çünkü, kurşundan kubbeler için para gerekir
Paran yoksa Allah için sorun değildir teneke kubbeli camiler
Yırtık seccade yamanmış önlük zift karası yüzleri ölü işçilerin
Allah niye sorun etsin ki o herkesin Allah’ı
Allah somuttur
İyi düşünürsen ama
Yazının başında söylediğim Osmanlılık öncesi devir veya bir önceki Gaza Beylikleri devri Arslanbenzer için daha anlaşılır duruyor. Onun böyle bir açıklamada bulunduğunu görmedim. Ama tarihe baktığımda gördüğüm şey Osmanlı’nın bir hâkim devlet edasına büründüğü sanatlı, şaşaalı, saltanatlı devirler değil gibi. Allah’ı aradığı yerler ve zamanlar vardır; takati kesildiği bir an, teneke kubbeli camiler, körün ayağının takılmadığı ülke, üşürken ve yorulurken kendini hissettiği, savaşmamaktan çektiği şeyler ve taş odun ve omurgayla duyulmak istenen aşk ve Türkiye. Böyle bakınca kelimelerin ne kadar sert ve vurucu olduğu görülür. İsyan kelimeleri gibidir. Oysa bu kelimelerin ardında gördüğüm şey merhametten başkası değil. Bakınız Tanpınar’ın yazısının devamında bahsettiği Orhan imgesi nasıl. “Fakat ben onu daha ziyade Bursa’da kendi küçük imaretinde ve çarşı içindeki harap camiinde tasavvur etmekten hoşlanırdım.” Bu ifadeler kendi içindeki üslupçuluğu ve medeniyetçiliği dışında temelde aynı yaşayışları işaret ediyor. Süssüz, gösterişsiz, toprağa basınca kemikli olduğunu anlayan, Allah’ın mütevazı kulları… Arslanbenzer’in şiir evreninin böylesi bir dünya tahayyülünde deveran ettiğini düşünüyorum. Çizgi çizgi değil ama anlamak için bir koşutluk bizi daha salim bir yere götürüyor. O ân, şairin neden bu işlere daha yatkın oluşundaki sırrı da ifşa ediyor. Daha en başından şiirini bu ülke toprağına kurmuştur şair. Ve çıkardığı madenler; dilsel, düşünsel zenginlikler hepsi bu toprağın derinliklerindedir. Bu bakımdan geliş itibariyle Deli Dumrul, Battal Gazi edası vardır onda hep. Dememiş midir hem, savaşmamaktan oluyor bunlar.
Bir gün onunla otururken Şehrengiz dergisinin on birinci sayısındaki fotoğraf yazısının sebebini sormuştum. O günlerdeki başörtüsü olayları için bir destek olarak yazdığını söylemişti. Bu küçük bilginin şairlik mesleğinde yer edinmek isteyen her kimseye bir ders niteliğinde olduğunu düşünüyorum. Yaptığımız işler elbette bizden bir şeydirler. Onlar bizim amellerimiz ve hepsinden sorumluyuz. Fakat bir insanı ayakta tutan bir kolon ve birkaç kiriş vardır. Bunların yerleri oynarsa o kişi artık yaşıyorsa bile sebebi meçhul bir yaşayışı sürdürür. Şairin bir güzergahı vardır. Ve bütün yollar nihayet Roma’ya çıkar. Yani ne olursa olsun Roma kazanır. Lalettayin bir yayım politikası onun hiçbir devresine denk gelmez. Bir gün onun şiir macerası ayrıntılarıyla ele alınacak olursa görülecektir ki şair iz bıraka bıraka ilerlemiştir. Bir zamanlar bana Pound’un şu sözünü hatırlatırdı; bu çağ biter ve ben okunmaya başlarım.
Burada sükut suikastına uğramış bir adamın veryansını yoktur. Tanpınar kendi sesini hiç duydu mu acaba? Ben Arslanbenzer’in daha başından beri kendi sesini duyduğunu ve buna ihanet etmemek için pek çok fırsatı teptiğini düşünüyorum. Düşününüz İsmet Özel sesiyle ilk kitabınız yayımlanıyor. Şiirleriniz o zamanın en başat dergilerinden Dergâh’ta çıkıyor. Derken ikinci kitap imgeci, şiirsel, soyut… Yani ben onu da yaparım gücünü gösteriyor. Burada işler değişiyor. Önce Atlılar, Neo-Epiğin başat şiirleri: Namus ve Marmara Depremi. Sonra Fayrap çağı başlıyor. İki binli yıllarda şiiri domine eden adam Arslanbenzer olmuştur. Kendi şiir teorisinde özellikle atıf yaptığı Meşrutiyet devri edebiyat ortamını Gezi Olayları’na kadar sürdürmeyi yüz yıl sonra başarmıştır. Türk şiirinde hiç olmadığı kadar kuramsal tartışmalar, savunmalar hatta savrulmalar iki binli yıllarda gerçekleşmiştir. Ak Parti iktidarının; kriz sonrası dağınık ortamı bir nebze dengeye oturtmak için başlattığı açılımlar, bu işte ne kadar etkindi kestiremiyorum. Çünkü o politikaların Türkiye’yi bir yandan da ayakta uyuttuğu gözden kaçmayacak kadar açıktır. Şiirde de bu türden bir demokrasinin nereye kadar dayanacağını görmüş olduk. Yeni bir durum değil ama köprüler atılmış gibi duruyor. Şiirin tek kamp olması gerektiğini daha yenilerde ifade etti oysa Arslanbenzer. Fakat halihazırda yeni şartlar oluşuyor veya yenileşen bir şeyler var. Teknoloji etkisi ve sanallığın gücü insanları yine başa döndürdü. Yani yine ayrılık girdi araya. Yine karşılıklı silahlar çekildi. Bu gerginliği gidermek için önerilebilecek yeni bir program neye mâl olacak? Burası bile düşündürücüyken bizler kendi somutluğumuzu bulmadan bu devreyi nasıl aşarız bilemiyorum. Bir gün bir ortamda birisi Bosnalılardan bahisle onların bir Tanrı tasavvuru vardır demişti. Biz Türkler için bu tasavvur ne ifade ediyor acaba? Dağlar ile taşlar ile / Çağırayım mevlam seni. Yoksa Allah somuttur sözü buraya mı çıkar? Yine dünyaya haddini bildirdiğimiz o büyük çağların girizgahına vardık. Burada kalalım.