Atatürk şiirleri neden kötü, bu başlığı okuyan kişinin şu soruyu sormak hakkı: Hangi lidere yazılan şiirler iyi ki; Atatürk’e yazılan şiirlerin kötülüğü ayrıca üzerine düşünülmesi gereken bir husus olsun?
· Can Acer ·

Atatürk şiirlerinin kötülüğü, üzerine düşünülmeyen doğrulardan biri. Kur’ân’ın edebi açıdan neden kıymetli olduğunun, üslubundaki yüksekliğin ve anlatımındaki sağlamlığın neye dayandığının pek çok kişi tarafından gerekçesine bakılmaksızın doğru kabul edildiği gibi. Tedrisatın bünyesine girdiğimiz küçük yaşlarımızdan itibaren ders ve törenlerde karşılaştığımız Atatürk şiirleriyle hayatın diğer alanlarında karşılaştığımız şiirler arasında bariz bir nitelik farkı olduğunu sezeriz.
Sanıyorum herhangi bir Atatürk şiirinden Kaldırımlar, Monna Rosa veya Üçüncü Şahsın Şiiri kadar etkilendiğini söyleyecek kimse yoktur. Nasıl 23 Nisan’da, 1O Kasım’da Atatürk’ün tarihsel rolünü, kıymetini yahut onun fikriyat ve hissiyatını bilmesi mümkün olmayan 8-10 yaşlarındaki bir çocuğun tören esnasındaki gözyaşlarının, Atatürk’e beslediği muhabbetten ziyade oradaki atmosferin etkisi altında aktığını düşünüyorsak, Atatürk şiirlerinde de gerçek duygulardan aynı uzaklığı buluruz.
Görünen o ki, çocuğu hoparlörden verilen hüzünlü şarkıların, bando takımındaki şıklığın, protokolün yüce görüntüsünün, kısaca tören alanındaki iklimin etkilediği gibi Atatürk şiiri yazan şairleri de dönemin siyasi iklimi etkilemiştir.
Liderlere yazılan şiirler: Berbat
Atatürk şiirleri neden kötü, bu başlığı okuyan kişinin şu soruyu sormak hakkı: Hangi lidere yazılan şiirler iyi ki; Atatürk’e yazılan şiirlerin kötülüğü ayrıca üzerine düşünülmesi gereken bir husus olsun? Bu da aslında haklı bir itiraz. Mesela Atilla Tokatlı’nın hazırladığı Sovyet Şairleri Antolojisi’ne bakılırsa, başka liderlere de en az Atatürk şiirleri kadar kötü şiirler yazıldığı görülebilir. Kötü şiir birbirine benziyor. Söz ettiğimiz itiraza cevap verebilmek için bir lidere, bir devlet büyüğüne yazılmış iyi bir şiir varsa o şiirlerle kötü şiirin ayrıldığı yeri tespit etmek daha makul bir yol sanki.
Atatürk şiirlerinin üç safhada değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. 1915’ten 1922 Mayıs’ında Başkumandanlık yetkilerinin, Meclis’in bu yetkileri Mustafa Kemal’den alma teşebbüsüne rağmen, üçüncü kez uzatılmasına kadar geçen süre, birinci safhadır. Mehmet Emin Yurdakul’un Mustafa Kemal’in Anafartalar cephesindeki başarılarından dolayı yazdığı, 28 Eylül 1915’te tamamlanan Ordunun Destanı şiiri Mustafa Kemal adının geçtiği ilk şiir. Bu tarihten itibaren Başkumandanlık sürecine kadar yazılan şiirler Atatürk’ün şahsına menfaat amacıyla yaklaşmanın aksine, yazan kişinin fedakarlıklarda bulunmasını gerektirebilecek bir ortamın şiirleri. Halil Nihad Boztepe, Suhâ Zahir, Nâim Hazım, Zeki Fahrî, Muzafer Hâmid gibi isimler ve bazı halk şairleri bu dönemde Mustafa Kemal’i şiirlerine dahil eden ya da bizzat ona şiir ithaf eden isimler. Bu isimler arasında büyük şair olmadığından şiirlerini değerlendirmeyeceğim. Bu şiirlerde dile gelen, çok şey borçlu olduğumuz vatanperverlerin samimi hisleridir.
Atatürk askerî vaziyetin hassaslaştığı bir ortamda kendine bağlı birliklere de güvenerek, yetkilerini Meclis’e devretmeme kararı alır. 1938’e kadar sürecek mutlak iradesinin temeli bu yetkilerdedir.
“Ulu Önder,” muktedir olduğu süre zarfında kendisine yazılan şiirleri memnuniyetle karşılamışa benziyor. Hatta Gazi başlıklı şiirini gönderen öğretmen-şair Haşim Nezihi Okay’a bazı kelimeleri değiştirmesini tavsiye eder. Kendisini yüceltenleri makam ve mansıpla takdir etmiş görünüyor. Abdülhak Hâmid Tarhan 1927’de yazdığı,
Kendi âsârı dehanın belki
Sen de hayretçisisin!
Sen ki hilkat denilen ummanın
En büyük incisisin
gibi mısralar içeren Büyük Gazi’ye şiirinin hemen ardından İstanbul milletvekili seçilmiştir. “Altı yüz senelik bir devri bir anda ihtiyarlatan adamın çehresi, eski ilahlarınki gibi, yıpranmış bir başın hiçbir izini taşımıyordu,” diyen büyük şairlerimizden Ahmet Haşim’in övgüleri ise ona Şeker Şirketi yönetim kurulu üyeliğini getirmiştir.
Şiirlerinin büyüklüğünden dolayı bu iki şairi andım; örnekler çoğaltılabilir. 1933’te, Yusuf Ziya Ortaç’ın “Atatürk’e Ekber! Atatürk’e Ekber! Ancak o var: Atatürk / Evliya odur, peygamber odur, sanatkar Atatürk,” diyebildiği bir ortamdan bahsediyoruz. Bu şartlarda şairlerin edebi nitelikten başka önceliklerinin olduğu aşikar. Bu yüzden 1922’nin ortalarından vefatına kadar yazılmış şiirleri de bir başka bahis olarak değerlendiriyorum. Bu şiirler edebi bir vaka olmaktan çok siyasi ve ahlaki vakalardır.
Atatürk mersiyeleri
Beni asıl ilgilendiren, Atatürk’ün vefatıyla başlayan üçüncü safha. Atatürk’ün vefatının ilk etkisi geçtikten sonra, “Millî Şef” imgesinin Atatürk imgesinin yerine ikame edilmesi gayreti, bu dönem şiirlerini kendilerinden önceki şiirlerin potansiyel ahlaki zaaflarından arındırır. Çünkü ölen biriyle yapılan güç kavgası şiir sahasına da taşınmıştır. Behçet Necatigil, Atatürk’ü konu edinen ilk antolojinin 1943 tarihli olduğunu söylüyor. Hemen ardından 1944’te Millî Şef İnönü’ye Şiirler başlıklı bir antoloji yayımlanır.
Atatürk’ün ölümü Ramazan ayına denk gelir. 1938’in Ramazan’ı 25 Ekim’de başlamıştır. Bu bilginin toplumsallaşmaması, Osmanlılar ve Ölüm kitabında aktarıldığına göre mezar taşında ruhuna Fatiha istenen ilk cumhurbaşkanımızın Turgut Özal olduğunu düşünürsek, şaşırtıcı değil. Ramazan’da, bayramda, Cuma gününde gelen ölümleri olumlu karşılayan bir kültürde “kurucu baba”nın Ramazan’da vefatına hiç ilgi gösterilmemiştir, şiirlerde de rastlanmaz. Atatürk’ün ölümü ardından yazılan şiirleri gelenekteki mersiyelerden ayıran en görünür özellik dinî muhtevanın yokluğu ya da çarpıtılmasıdır.
Mersiyelerin ölüm karşısındaki ilk tavrı çekilen acının yanında fanilik bilincinin de vurgulanması. Bu bilinç ölümün somut gerçeğini şiire taşımanın ve acının büyük sahnesini kurmanın zeminidir. Atatürk şiirlerinde, ölüm karşısındaki kişiyi en derin insanlık hallerine taşıyacak ve şiiri kuracak somut gerçek reddedilir.
Ölmez, evet gönüllere heykel kuran Atam,
Lâkin nedir içimdeki payansız inhidam?
der İbrahim Alaettin Gövsa örneğin. Vasfi Mahir Kocatürk’ün Heykelinin Karşısında başlıklı şiirinde “Yalnız senin önünde duydum küçüklüğümü,” dediği heykel artık gönüllerdedir. Atatürk’ün ölümünü anlatan şiirler fanilik, geçicilik, acziyet, çaresizlik gibi psikolojileri işlemez, asırlarca ayakta duran heykeller gibi hep devam edecek bir ideolojinin ölümsüzlük şarkısıdır onlar. Bakî, Kanunî Mersiyesi’nin (Terkib-i Bend) üçüncü bendinde,
Serkeşlik itti tevsen-i baht-ı sitîze-kâr
Düşdi zemîne sâye-i eltâf-ı Kirdigâr
(Kavgacı bahtın dikbaşlı atı itaatsizlik etti,
Allah’ın lütuflarının gölgesi –Kanunî- yere düştü.)
diyor. Kanunî hakkında yazılan bu şiir ölüm gerçeğinin, toprağa düşüşün şiiri; Atatürk hakkında yazılanlar ise göğe yükselen heykellerin. İnsan yazgısına bu bigane kalış ölümden yola çıkarak varılacak felsefi genişliği ideolojinin dar kalıplarına feda etmiştir. Bu ideolojik kalıplar Fazıl Hüsnü Dağlarca, Behçet Necatigil, Attilâ İlhan, Cahit Külebi, Turgut Uyar gibi, şairliğinde ittifak edilmiş isimlerin yazdıklarının kendi sıkletlerinin çok altına düşmesine sebep olmuştur. Bu şiirlerde şairin dikkatinin lider kültüne değil de toplumsal tabakalara ve tarihin seyrine yöneldiği kısımlarda nitelik artar. Bu tarz şiirlerin geneli için geçerli bu durum. Örneğin Mayakovski de 150 sayfayı bulan Lenin Destanı’nda bakışlarını Lenin’den alıp Rus halkına çevirdiği zaman bir ânda yeniden kendini şairlik katında bulur. Burada Atatürk’ü Türk halkından, Lenin’i Rus halkından ayrı düşünmekten bahsetmiyorum. Bunlar ayrılmaz ikililerdir. Sadece, kişi mitinden uzaklaştıkça şiirin vardığı sağlam zemini vurguluyorum.
İdeolojik kalıpların dışında şiirin kendi kalıpları da Atatürk şiirlerindeki edebi düşüklüğün nedenlerinden biri. Cemal Süreya Günler’inde şöyle diyor:
Şimdi, çok şeyin ötesinde, düşünüyorum da, ‘Atatürk şiiri’ ayrı bir şiir türü, özel bir nazım biçimi olmuştu sanki. Atatürk için yazılan şiir bu ‘Atatürk şiiri’ kalıbına uymalıydı; şiir de Atatürk de bahane; o kalıp önemliydi. Atatürk’ün elleri, gözleri, eldiveni, saati, ölümsüzlüğü… Düşünce ve öz yerine bir büst çıkıyordu hemen her zaman karşımıza.
Gerçekten de Atatürk şiirleri heykel katılığındadır. Birbirini tekrar eden ve ifrata varan kaba benzetmeler üzerine kurulmuştur. Bu benzetmelerde kaside geleneğinden izler varken bu geleneğin yüzyıllar boyunca şekillenmiş mazmun genişliği yoktur.Sonuç olarak okullarda, televizyonlarda, törenlerde, askerde, ulusal bayramlarda taşra hoparlörleriyle bütün bir halka sürekli sunulmasına rağmen toplumsallaşamamış, Atatürk’e derinden muhabbet besleyen insanların dahi dağarcığına almadığı katı bir şablon olmaktan öteye gidememiştir Atatürk şiirleri.