top of page

Bir Garabet Olarak Şiirsellik: Çürük Patlıcandan Reçel Olur Mu?

Hepimizin içinde konuşan kötü bir şair var. Buna alışmak zorundayız. Gerekirse Borges’in yaptığı gibi onu konuşturmalı ve zihnimizde yankılanan alengirli sözlerin şiir olarak ortaya çıkmasına izin vermeliyiz.


· Mustafa Aplay ·



Kitap değerlendirme yazılarını sadece mevzubahis kitabın yazarının okuduğu varsayılır. Bu tespiti doğrulamak için ne yazık ki çok fazla insanı göz ardı etmemiz gerekmiyor. Ama yine de kitap yazılarındaki eğlenceli özü keşfeden birkaç meraklı sayesinde bu yazılar dergilerde yer tutmaya devam ediyor. Ben de eskiden beri çok severim bu yalnız metinleri. Kitabı hiç merak etmesem de yazarının yeteneksiz biri olduğunu bilsem de o kitap hakkında yazılmış övgü dolu bir yazı beni keyiflendirir. İkinci sınıf bir yayınevinden çıkmış vasat altı bir kitabın yazarını bir taşra ilçesinin Kafka’sı olarak düşünmek eğlencelidir.


Nadiren de olsa tam tersi bir durum söz konusuysa ve yazar metniyle birlikte yerin dibine sokuluyorsa zaten keyfime diyecek yoktur. Yerilen yazarın çok büyük bir yetenek olması ve açıkça haksızlığa uğraması umurumda bile değildir. (Burada tek istisna sanırım benim kitaplarıma saldırılması olur. Evet, buna kuşkusuz saldırmak denir.)


Eğer yazı övgü ve yergiye yer vermeyen objektif bir yazıysa yine mutlu olurum. Çünkü bu bir edebî türdür ve her entelektüel gibi ben de günlük edebî doyumuma ulaşmam için bir miktar cümleye ihtiyaç duyarım.


Fakat bunların hepsi kitap yazıları için birer istisna. Büyük olan ihtimali sona sakladım, sıkı durun. Yazı berbat bir yazıysa ve ne övgü ne yergi barındırıyorsa... Özne ve nesne bulanık olduğu için objektiflik de söz konusu değildir böyle bir durumda. Yazı, kitabın anlattığı onca meselenin arasından hiçbir şeye dokunmamaya özen göstererek aceleci adımlarla ilerler. Yaptığı işin berbat bir sonuç vermesi, kolayca başarılabildiği anlamına gelmez tabii. Birçok şey söyleyip neredeyse hiçbir şey söylememek kolay değildir. Bazı alanlara hiç girmemek, çoğunlukla da hassas davranmak gerekir. Zararsız bir şekilde geçebilmek için bazı parolalar vardır, berbat kitap yazıları yazmakta ustalaşanlar bu parolaları bilirler ve sessizce kulağımıza fısıldarlar.


“Çok katmanlı,” derler.

“Yalın bir dil,” derler.

“Tekinsiz,” derler.

Tabi bu sesler hep eko yapar zihnimizde. “Tekinsiz siz siz siz…”


En az 3 kitap yazısı okuduysanız bu sesi hatırlarsınız. Hele benim gibi bu berbat yazılardan bir iki tane yazmışsanız bu ses ömür boyu sizi takip edecek demektir. Ama bunlar “şiirsel” ifadesinin tüyler ürperticiliğinin yanında solda sıfır kalır. Bir söyleşide kitabımı okumadığı konusunda şüpheye hiç her bırakmayan bir moderatör, dilimin şiirsel olduğunu söylemişti. Sözü duyar duymaz hissettiğim o esrarengiz üşüme aklımdan çıkmıyor.


Ama nefretimin o ân başladığını söyleyemem. Bu kelimeye düşman olmam çok özel bir ânda, aniden gerçekleşmedi. Bir gün zorunda olduğum için okuduğum berbat bir kitabı karşımdaki duvara fırlatarak “Hepinizden nefret ediyorum, en çok da içindeki kötü şairi susturamayanlardan,” diye de bağırmadım. Şiirselliğe duyduğum nefret, Borges’in kör olması gibi yavaş yavaş meydana geldi ve şu kanıya vardım:


Hepimizin içinde konuşan kötü bir şair var. Buna alışmak zorundayız. Gerekirse Borges’in yaptığı gibi onu konuşturmalı ve zihnimizde yankılanan alengirli sözlerin şiir olarak ortaya çıkmasına izin vermeliyiz. Ama bir konuda daha Borges’i örnek almalı ve sürekli içimizde hissettiğimiz, beraber sabahlara kadar sigara içip Müslüm Gürses dinlediğimiz o zavallı kötü şairi asla öykünün alanına sokmamalıyız.


Şiirsel kavramının kökenine inersek bu garabetin öyküdeki sekülerliğin bir biçimi olduğunu görürüz. Kurmacada sekülerlik, siyasi anlamından bağımsız olarak yaşamı ikiye ayırmayı imler benim için. Öyle ki yazar, yazı masası-yaşam ikileminde seküler bir tavır takınırsa ikisinin bambaşka dünyalar olduğu yanılgısına kapılır. Ona göre yazı masasının başına geçince varoluş sancısı çeken filozof, kalabalıklar içinde yalnız kalmış adam, alkolik bir aforizma ustası, modernliğe uyum sağlayamayan dindardan bahsedilir.


Dosyayı hangi yayınevine vereceğinizi kararlaştırdıktan sonra şıklardan birini seçersiniz. Konu seçiminde dar görüşlü sekülerler yaşamlarının yazı masalarına yaklaşmalarına izin vermezler. Twitter’dan söz eden bir öykü okuduklarında kanları çekilir. Doğal olarak yaşamın dilini kullanmaktan da sakınırlar. Öykünün yaşadığı atmosferin diliyle yazmak yerine yazı masalarının hakkını vererek edebiyat parçalarlar. Buna da şiirsellik derler.


Daha karizmatik görünmek ve meseleyi daha da muğlaklaştırmak isteyenler “şairane”yi kullanır. “Edebiyat parçalamak” ifadesi onların lügatinde yoktur tabii. Bu ifadeyi Türkçeye hakaret olarak algılarlar ama ironik şekilde bütün gün tek yaptıkları iş de budur.


“Patlıcandan reçel olur mu?” sorusu yazının başında hâlâ öylece duruyor. Aslına bakarsanız bu başlıkta karar kıldığımda patlıcandan reçel olmayacağını düşünüyordum. Fakat meğer patlıcan reçeli diye bir şey varmış ve Iğdır yöresinde oldukça da ünlüymüş. Ama ben bu yazıda yine de patlıcanı, reçeli yapılamayan herhangi bir şey anlamında kullanıyorum. Çünkü ne yazık ki insanlığın ve reçelin tarihi o kadar uzun ki her sebze muhakkak bu kombinasyonların birinde yer almış.


Peki patlıcandan reçel olmayacağı aksiyomunda fikir birliğine vardıysak asıl soru da anlamını yitirmiş oluyor böylece. Patlıcandan reçel olmuyorsa çürük patlıcandan hiç olmaz. Peki patlıcandan reçel olmayacağı halde çürük patlıcandan reçel yapmaya kalkanlar kim? Şiirden kovulan ya da şiiriyle kabul görmeyeceğini kendi kendine fark eden ve öyküye şiiriyle birlikte gelen yazarlar. Öykü eleştirisinin yüce gönüllü aldırmazlığı nedeniyle bizim topraklarımızda gönüllerince gezebiliyorlar.


Türk edebiyatında şiirden öyküye ve romana geçiş içinde hiç mahcubiyet barındırmayan bir turistik geziyken, kurmacadan şiire geçenlerin ancak geçici sığınma statüsü elde edebilmesini hiç anlayamamışımdır. Hulki Aktunç, bu baskıdan dolayı, yani şiirde vatandaşlık alamama korkusundan dolayı uzun süre şiirlerini ortaya çıkarmadı. Oysa bambaşka iki form şiirle öykü. Eğer size şiir geliyorsa, pek anlamam ama şiirin genelde bir yerden geldiğine inanılır, onu öyküleştirmek yerine şiir yazın. Belki de benim dahil olmadığım azınlıktaki bir edebiyatçı grubuna, aynı ânda hem şiire hem öyküye yetenekli olan yazarlar derneğine dahilsinizdir. İzzet Yasar, Metin Eloğlu ve Hulki Aktunç’un yer aldığı bir kümede bulunmak için neler vermezdim. Ama bana şiir gelmiyordu, gocunacak ne var? Lisede ihtiyacım olduğunda onu birkaç kez çağırdım, nihayetinde içimde konuşan kötü şairle baş başa kaldım. Neyse ki uzun sürmedi.


Yazıya noktayı koyarken benimkinden daha doğru ve aklı başında bir tespiti ödünç alacağım. Şöyle diyor Pedro Mairal:


Eğer iyi bir şiiri 1 litre suyla seyreltirseniz normal bir öykü elde edersiniz, kalkıp da bu öyküyü 10 litre suyla seyreltilirseniz gereksiz bir roman elde edersiniz.


Çok iyi değil mi? Şiirini öyküye taşıyanlar için sağlam bir eleştiri. Kötü şair olduğu için öyküye sığınanlar içinse benim yaptığım benzetme daha şık duruyor sanki. Mairal’den ve Iğdırlılardan özür dilerim. Bir gayretle patlıcan reçelini yedik diyelim, çürüğünü bize kimse yediremez.


bottom of page