Tanpınar genelde zaman kavramını metafizik düzlemde ele alır; bundan dolayı onun kurgusunda zaman, müsbet veya menfi özellik göstermez. Zaman bir terkiptir ve insan ruhunun işleyişinin temel izleğidir. Hikayelerinde ise zamana dayalı kavram olan çocukluk, karakterlerin ruhuna menfi miraslar bırakmıştır. Ruhi yönden yıkım içinde olan karakterlerin çocukluk yıllarında yaşadıkları bir kayıp, saplantı, travma veya derin korku yaşamakta oldukları zamanı da etkiler.
· Mehmet Doruk Kandemir ·

Ahmet Hamdi Tanpınar romanlarında, hikayelerinde yarattığı karakterlerin iç yolculuklarını derin tahlillerle vermedeki ustalığıyla bilinen bir yazar. Bu bağlamda yarattığı karakterler, farklı yönlerden irdelenmeye değer özellikler gösterir. Özellikle hikayelerindeki karakter yaratım sürecinde göze çarpan en bariz unsur çocukluktur. Karakterlerin şahsiyet yapısını büyük ölçüde çocukluklarında yaşadıkları olaylar, travmalar ve korkular belirler. Burada değinilmesi gereken en önemli nokta ise yazarın zaman kavramına olan bakış açısı. Tanpınar için zaman, ‘yekpare bir anın parçalanmaz akışı’dır; yani zamanı bir bütün olarak algılar. Burada akıllara tabii olarak Henry Bergson’un Durée kavramı gelecektir. En geniş anlamıyla zamanda süreklilik olarak tanımlanabilecek bu kavram, Tanpınar’ın zaman algısına derin bir etkide bulunmuş, yazar ‘mazi-hal-ati’ terkibini temellendirirken Durée’den etkilenmiştir. Bütün bunların ışığında denilebilir ki Tanpınar hikaye kahramanlarını yaratırken kahramanların geçmişi, sürekli onların ruhlarının yakasına yapışmıştır.
Acıbadem’deki Köşk adlı hikayede çocukluğu dayısının köşkünde geçen karakterin burada yaşadığı olaylardan fazlaca etkilendiğini görüyoruz. Çocuğun dayısı Sani Bey gerekli gereksiz icatlar yapmasıyla bilinir ve son icadı gusülhanedir. Gusülhanenin yapımı, söz konusu karakterin kişiliğini yapılandırmasında büyük rol oynayacaktır: “Eğer dostlarım beni ciddi bulmuyorlarsa, olur olmaza gülmemi ayıplıyorlarsa, yahut kendilerini o kadar heyecanlandıran, büyük ümitlere kaptıran işlerde soğuk durduğumdan şikayet ediyorlarsa hülasa herkese benzemek ve herkesle beraber az çok çıldırmamak meziyetlerinden – ki hayatta muvaffakiyetin en büyük şartlarından olsa gerektir- mahrumsam, bunun tek mesulü şüphesiz annemin dayısı veya onun icadı olan bu şaheser gusülhanedir’’ (s. 223). Dayısı Sani Bey’in gusülhanenin yapımı sırasında vefat etmesi de karakterin yaşadığı travmanın derinliği açısından önemli bir noktadır.
Tanpınar genelde zaman kavramını metafizik düzlemde ele alır; bundan dolayı onun kurgusunda zaman, müspet veya menfi özellik göstermez. Zaman bir terkiptir ve insan ruhunun işleyişinin temel izleğidir. Hikayelerinde ise zamana dayalı kavram olan çocukluk, karakterlerin ruhuna menfi miraslar bırakmıştır. Ruhi yönden yıkım içinde olan karakterlerin çocukluk yıllarında yaşadıkları bir kayıp, saplantı, travma veya derin korku yaşamakta oldukları zamanı da etkiler. Örneğin, Yaz Yağmuru hikayesinde evli ve iki çocuklu Sabri Bey’le yasak aşk yaşayan Fatma Hanım’ın sabit-kadem, tutarlı bir kişilik geliştirememesinin sebebi mütemadiyen çocukluk yıllarında genç yaşta ölen teyzesinin yerine konmasıdır:
“Kalfa beni çok severdi. Ama kendim için değil! Teyzeme benzediğim için. Ona benzediğime, belki de hakikaten o olduğuma inanırdı. Yavaş yavaş buna beni de inandırmıştı. Bana hep ondan bahseder, onun kelimelerini, el işaretlerini, bakışlarını öğretirdi” (s. 194) .
Öyle ki bu durum zaman içinde patolojik bir özdeşleşme halini almıştır: “Gece oldu mu, kendimi o eski odamda ve teyzem olarak düşünüyordum. Hem kendi yatağımda hem oradaydım. Ve bilhassa oradaydım. Gözlerim kapalı, yattığım yerde hep oradaki halimi düşünüyordum.” (s. 195-196)
Fatma’nın teyzesinin ölümü, yarı deli kalfanın da etkisiyle benliğini kaybetmesine, adeta kendi bedeninde başkasının ruhunu yaşamasına sebep olmuştur.
Evin Sahibi hikayesinde ise çocukluğu boyunca yarı deli bir Arap halayığından annesinin ölümünü bütün dehşetiyle dinleyen birinin ölümün sürekli kendisini kovaladığı saplantısıyla yaşadığı anlatılır. Bu ölüm hikayesi mitik, efsanevi unsurlarla bezenmiştir. Annesini, ona aşık olan bir yılan öldürmüş, aynı yılan dedesinin ve babasının da ölümüne sebep olmuştur. Ölüm, söz konusu karakterin adeta bir yılan gibi her an boynuna dolanmış bir vaziyette hayatına tesir ediyordu: “Ölüm, dört bir tarafımdaydı bazen koynumuza sokuluyor, derilerimiz birbirine dokunuyordu ve hemen daima, hiç olmazsa göz göze bakışıyorduk” (s. 128) .
Ölümlerin sonucunda yaşanan kayıpların yanı sıra sırra kadem basan şahsiyetin, karakterin ruh dünyasında bıraktığı boşluk da hikayelerde işlenir. Teslim adlı hikayede karakterin lise ve yüksek tahsil boyunca tek amacının göç sırasında kaybettiği babasını bulmak olduğu anlatılır. Nihayet babasını bulur ve babasının kendinde çocukluğundan itibaren oluşturduğu derin boşluğu alışılmadık bir biçimde doldurmaya çalışır. Babasının ikinci evliliğinden olan sekiz çocuğunu tüm benliğiyle sahiplenir ve aile reisi rolünü üstlenir. Çocukluğu ve gençliği boyunca baba figürünün hayatında yarattığı eksikliği, kendisinin olmayan bir aileyi sahiplenerek gidermeye çalışır.
Karakterlerin çocukluk zamanlarının bugüne bıraktığı kötü miraslardan biri de ‘korku’dur. Ani veya belli bir süre boyunca yaşanan korku, karakterlerin yetişkinlik zamanlarında travmatik hadiseler yaşamalarında etkili olmuştur. Bir Tren Yolculuğu hikayesinde üvey anne elinde eziyet görerek büyüyen Zeynep’in küçük bir taşra kasabasında görev aldığı kumpanya sırasında trajik ölümü anlatılır. Küçüklüğünde yaşadığı üvey annenin tuhaf davranışlarından kalma korkular sahne yaşamını etkiler.

“Zeynep korkardı. Her şeyden, hayattan başka her şeyden korkardı. Hele yüksek perdede insan sesine hiç tahammül edemezdi. Bu çocukluğundan böyle idi. Üvey annesi onu korkutmak için evin şurasına burasına gizlenir sonra yerinden bağırarak fırlar o ağlamaya başlayınca gülermiş” (s. 258-259).
Yaz Gecesi’nde ise çocukluğunda yatalak ev sahibinin bağırışlarıyla uyanan adama, ‘korku’ denilen olgu istenmeyen bir miras olarak yapışıp kalır:
“Geceleri hep o adamın sesleriyle korkarak uyandım. Sesini işitince beni yanına çağırıyor sanıyordum. O bağırır bağırmaz annem yanıma gelir, korkmayayım diye benimle konuşurdu” (s. 267).
Hikayelerin içinde farklı bir metafizik tecrübe sunması bakımından Abdullah Efendi’nin Rüyaları önemli bir yer tutar. Bu hikâyede arkadaşlarıyla gittiği meyhanede uyuyakalan Abdullah Efendi, nesnelerin, insanların ve hatta bütün dünyanın ne’liğini keşfettiği sanrısı uyandıran bir rüya görür. Öyle ki Abdullah Efendi’nin fiziksel varlığı mekânda çıkan yangında kül olur ve kendi zihninde oluşturduğu ikinci benlikte hayatına devam etmek zorunda kalır. Bu yolculukta, “karşısına yepyeni bir insanlık, tıpkı bazı anatomi levhalarında olduğu gibi derisi soyulmuş, sadece hakikatlerden biri olarak kalmış bir insanlık” (s.49) çıkar. Bu yolculuk sırasında evrenin sırrını yani ebedi gerçeği fark ettiğini düşünen Abdullah Efendi, bilinçdışında ebedi bilince ulaşır. Bu durum, karakterinde taşıdığı bir özelliğin somut hale getirilmesini sağlar: “Büyüğe ve istisnaiye karşı duyduğu aşk onun zahiren çok sakin görünen hayatını zehirlerdi. Kendi ördüğü ağın içinde boğulan örümcek gibi, bu tehlikeli ruh haletinin hazırladığı vaziyetler içinde çırpınır dururdu... Onun hayatı dışarıdan gülünç ve iç tarafından büyük ve azametliydi” (s.44).
Bu tamlık ve büyüklük isteminin kaynağı, çocukluğundan beri hayatına dair önemli anları rakamlarla ilişkilendirme saplantısıdır:
“Abdullah’ta da çocukluğundan beri bu rakam hastalığı vardı. Bu itiyat kafasını dünyanın en çabuk işleyen bir hesap makinesi haline getirmişti. Bütün hayatı için tesadüf ettiği rakamlar üzerinde ameliyeler yaparak hükümler çıkarır, kendi kendine saadetler vaat eder veya felaketler düşünürdü” (s. 30).
Bu soyut zihinsel deneyim içinde karakterin en büyük hayali ‘tam bir rakam’ olmaktır, bu da tamlık ve eksiksizlik arzusundan kaynaklanmaktadır.
Tanpınar, karakterlerinin psikolojik açılımlarını kurarken çocukluk yıllarını adeta bir maden gibi kullanıyor. Karakterlerin o yıllarda yaşadıkları korkular, saplantılar, travmalar geleceklerine yön vermiştir. Bu yön verme, çoğu zaman menfi tarafıyla bize gösterilir. Hikayelerin akışında yüzleşme olgusu büyük bir yer kaplar. Karakterler sürekli geçmişleriyle zihni veya somut manada yüzleşirler. Bu yüzleşme sırasında onların hayata karşı savunmasız oldukları gerçeği bir tokat gibi yüzlerine çarpar. Tanpınar’ın derslerinde, yazılarında, makalelerinde çokça bahsettiği Ophelia mitinden esintiler burada da görülür. Hemen her karakter Shakespeare’in Macbeth oyununda görülen “cam gibi parıldayan suyun başında şarkı söyleyen, başında çiçekler, bukleleri suya yayılmış, yavaş yavaş ölüme batan genç kız” gibi hayata karşı direncini yitirmiş, olayların akışının getirdiği kötü hadiselere karşı yıkımın, ölümün ve cinnetin kollarına kendilerini kolayca bırakan bir özellik gösterir. Onlar, kendi felaketlerine kayıtsız birer yığın özelliği gösterir.
KAYNAKÇA
Gürbilek, N. (2016). Kör ayna, kayıp şark (edebiyat ve endişe). Metis.
Tanpınar A. H. (2014). Hikâyeler. Dergâh.