Cumhuriyet döneminde felsefe, cumhuriyetçi felsefe demek biraz da. Hümanizm devlet eliyle kurumlara yansıtılırken, son derece bireysel bir etkinlik olan felsefe, kendi dindarlarını, yani cemaatini oluşturdu.
· Murat Küçükçifci ·

“Felsefe Türk’ün hangi yaralı parmağına işeyecek?” sorusuna tatmin edici bir cevap veremedik, veremiyoruz. Bu durum Türkiye’de felsefeyle uğraşanlara dair dört başı mamur bir değerlendirmeye, hatta genel bir kanaate varamayışımızı da açıklıyor. Felsefeyle uğraşanlar dedim. Felsefeci, filozof, felsefe yapanlar, felsefe öğreticileri gibi bir ifadeyi bilerek tercih etmedim. Felsefenin uğraşılan bir “şey” olması Türkiye’de bilhassa geçerli olan bir husus. Burada uğraşmak fiilini; bozulan eşyayla uğraşmak, hasımla uğraşmak, matematik sorusuyla uğraşmak, bağ bahçeyle uğraşmak, kendine uğraş bulmak gibi farklı kullanımlarda görülen anlam zenginliğinden dolayı kullanıyorum. Çaba, ağız dalaşı, inat etme, çözüm arayışı, hobi, eğlence ve bunlar gibi akla gelmedik daha bir sürü anlam.
Hiçbir zaman tuzu kuru bir millet (toplum da diyebilir miyiz?) olmadığımız için felsefemiz de çapaklı bir felsefe oldu. Bir Türk felsefesinin varlığından şüphe duyuluyor mesela. Varlığını kabul edenler orijinalliğini sorguluyor. Felsefenin çapakları konuyla ilgili yazıp çizenleri hayli “uğraştırıyor.” Bir felsefecinin bizi en çok ilgilendiren tarafı, tarih ve politikayla ilgili yazdıkları ve söyledikleri oluyor. Felsefi etkinlik, özerkliğini belirgin kıldığı ölçüde felsefeyi yabancı, daha hafif bir tabirle anlamsız bulmaya yatkınız. Felsefi bir metinde, müellifin felsefe dışı alanlarda yazdıklarının yankısını arıyoruz. Çoğunlukla da buluyoruz sanki. Ezcümle felsefenin anlamı, ona dışarıdan geliyor, getiriliyor. Başka türlüsü mümkün olabilir mi? Başa dönersek felsefe olarak felsefenin Türk kültüründe, düşünce ikliminde yeri nedir?
Ahmet Ağaoğlu’yla Kadrocular arasındaki tartışmayı hatırlayalım. Her ne kadar tartışmanın ana ekseni iktisat olsa da bireyi mümkün kılan koşullar, bireyin toplum ve devletle olan ilişkisi tartışmanın önemli ve konumuzu ilgilendiren yönlerinden biri. Türk bireyi kavramı da bir yönüyle Türk felsefesine benziyor. Varlığı, yokluğu şüpheli. Ahmet Ağaoğlu’nun savunduğu liberal ekonomi politikası, bana kalırsa batılı anlamda bir bireyin yaratılması amacına daha müsait bir zemindi. İlginç biçimde liberal yönelişlerin tarafında kalması beklenen felsefe, Türkiye’de uzunca bir dönem Kemalist devletçilik tarafında kalmıştır. Şerif Mardin’in tespitiyle devletçilik, Osmanlı’yla Cumhuriyet arasındaki sürekliliğin en güçlü göstergesidir. Bürokratlar değişmiş ama devletin bekasını ve çıkarlarını her şeyin (elbette bireyin de) üstünde tutan anlayış değişmemiştir.
Cumhuriyet döneminde felsefe, cumhuriyetçi felsefe demek biraz da. Hümanizm devlet eliyle kurumlara yansıtılırken, son derece bireysel bir etkinlik olan felsefe, kendi dindarlarını, yani cemaatini oluşturdu. Bunun sebebi aydınlanmacı, hümanist fikirlerin, bir anlam evreni olarak dinin yerini alacağı düşüncesiydi. Sözünü ettiğim dağınık cemaat, aynı anda bireyci ve devletçi, özgürlükçü ve militarist, evrenselci ve ulusçu olabilmişti. Bu garip tutum, bu topraklardaki felsefi uğraşın ne menem bir şey olduğunu anlamayı zorlaştıran sebeplerden sadece biridir.
Hümanizmin en katı ve majör şubesi olan felsefe, Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren, özellikle üniversite reformunu takip eden yıllarda çok katmanlı bir probleme dönüşmüştür. Felsefenin geleneksel olduğu düşünülen din karşıtlığı, Türkiye şartlarında bu karşıtlığa ivme kazandıracak aydınlanmacı toplumsal vazifelerle birleşince bireyi merkeze alması gereken bir disiplin, çabucak toplumsal felsefe, tarih felsefesi, siyaset felsefesi ve düşünce tarihi gibi politik ve toplumsal yönü baskın disiplinlere dönüşmüştür. İstisnalar olmakla birlikte felsefecilerin metinlerine yönelik ilginin nerelere yoğunlaştığını gözlemlemek bu konuda fikir verebilir. Mesela Hilmi Ziya Ülken, o muazzam girişiyle bile dikkati hak eden Aşk Ahlakı eseriyle yahut Murat Güzel’in dikkat çektiği Varlık ve Oluş’uyla mı hatırlanır; yoksa Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi’yle mi?
Cumhuriyet dönemi boyunca felsefe, uğraş sözcüğünün yukarıda bahsettiğim müphem tabiatını hakkıyla karşılar: Nermi Uygur denemeleriyle hoş vakit geçiririz örneğin. Uygur, Cumhuriyet aydını olmanın asgari gereklerini yerini getirmekle birlikte Fethi Naci önderliğinde hazırlanan 100 Soruda serisi için yazdığı Türk Felsefesinin Boyutları kitabının başına Gazali’nin Münkız’ından aldığı satırları koyar. Hilmi Ziya Ülken’de tarih, Uygur’daki gibi anekdot değil, felsefenin önüne geçecek ağırlıktadır. Felsefeciden çok tarihçidir Ülken. Hatta bir ölçüde sosyolog. Takıyettin Mengüşoğlu kısık sesiyle insana vurgu yapar, aydınlanma düşüncesini insanı ihmal eden bir dünyanın arka planındaki fikirler kümesi olduğu gerekçesiyle eleştirir. Nurettin Topçu pozitivist felsefe tasavvuruyla adamakıllı uğraşır. İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu, Türke Doğru’yu yazmış olmasına rağmen kendisiyle uğraşılan biri olmaktan kurtulamaz. Babanzade, modern dönemde ancak üniversitede oluşabilecek bir hoca-talebe sürekliliğinden mahrum bırakılır. İsmail Tunalı felsefeciden çok sanat tarihçisi gibidir.
Başka isimlerin de eklenebileceği bu liste bize bir şeyler söylüyor. Türkiye’de felsefe, tümelin felsefesi olmamıştır. Tümelin tarihi vardır denebilir ama felsefe parçalı olmuştur. Bu parçaları bütünleyen şey ise düşünsel değil politiktir. Deyim yerindeyse anayasayla güvence altına alınmış bir cumhuriyet dönemi felsefemiz olmuştur. Aklın sınırlarında gezmesi beklenen felsefeci anayasanın sınırlarına dikkat kesilmiştir. Doğan Özlem’in bu geleneği çözümleyen, yer yer eleştiren metinlerinin öne çıkmadığını veya çıkarılmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Öne çıkan veya çıkarılan tarafı hermenötik ve tarihselcilik çalışmalarıdır. Bu çalışmalar felsefenin ve bilhassa felsefe tarihinin sınırları içerisindedir. Özlem, taraf olduğu tarihselciliği açarak Cumhuriyetten tarihe bakmayı eleştirir. Yine de bu eleştiriler, bu eleştirileri önemseyenler gözünde onu özgün bir düşünür yapmaya yetmez. Eleştirileri görmezden gelerek Doğan Özlem’i yüceltenler ise çeviri metinlerde bulduklarını telif metinde de arayan ve bulanlardır. Özgünlük arayışı onlar için zaten söz konusu değildir. Böyle bir arayışı olanlar adına başlıktaki soruyu tekrarlamam gerekiyor: Doğan Özlem hiç yaşadı mı?