Bugünün geçerli hakikat iddiası, bir hakikat iddiasının olamayacağıdır.
· Metin Akar ·

I
İnsanlık tarihi boyunca ister zemini Tanrı’dan alınsın ister bizatihi insanın kendi üretimi olsun hakikat iddiaları kişilerin dünyayı anlamlandırma biçimini etkilemiştir. Bu etki sonucunda gündelik hayatın çeşitli safhalarında o zemine uygun kararlar alınır ya da hayat pratikleri o zemine ilişkin olarak şekillenir. Dolayısıyla hakikat iddiası insan yaşamı için doğrudan bir belirleyiciliğe sahiptir.
Hakikat iddiaları müdahale edici bir role sahiptir. Çünkü her hakikat iddiası aynı zamanda teorisini insan üzerinden pratik hale getirir. Pratik hale gelen her teori tam olarak burada bir meşruluk arar. İşte bu meşruluk hakikat iddiasının ta kendisidir. Nitekim pratikleşen her teori meşrulaştırıcısının onayı veya zorlamasıyla gerçekleşir.
Basit bir örnek vermek gerekirse din bir hakikat iddiasını içinde barındırır. Ve dinlerin pratikleşen her uygulaması zeminini vahiy veya peygamber aracılığıyla Tanrı’dan alır. Pratikleşen her uygulama müdahale üzerinden gerçekleşir. Bu yüzden Müslümanlar gününü beşe bölmek zorundadır yahut kazandığından belli bir oranda zekat vermelidir.
Hakikat iddiasının pratik yönünün günümüz dünyasında oldukça aşikar olduğunu düşünüyorum. Belirsizlik, işin teori kısmında ve hakikat iddiasının sahibinde. Kişi kendine dönük bir sorgulama gerçekleştirdiğinde pratik hayatında egemen olan teoriyi ve bu teoriyi meşrulaştıranı (yani hakikat iddiasının sahibini) ne kadar tanıyor sorusu kanaatimce günümüz dünyasının en temel problemi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Geldiğimiz bu yerde hakikat iddialarını tanıma hususunda elimizde bir yöntemin olup olmadığı sorusu belirir. Aradığımız şey kişilerin hayatlarının meşrulaştırıcısının ne veya kim olduğudur ve onun nasıl belirlenebileceğidir.
12. yüzyıl kelamcısı İmam Gazzâlî otobiyografik eseri el-Munkız mine’d-Dalâl’de hakikat iddiasında bulunan dört gruptan bahseder. Yöntem olarak istidlal yöntemini benimseyen felsefe ve kelam, masum imam öğretisini benimseyen Batıniler ve keşfi benimseyen tasavvuf. Bu dört grubun hakikat iddiasında bulunduğunu ise şu soru üzerinden şekillendirir: Her bir hakikat iddiası şeksiz şüphesiz bilginin kendi yöntemi vasıtasıyla bulunduğunu iddia eder. Detaylı bilgi edinmek isteyenler söz konusu eseri alıp okuyabilirler. Benim burada dikkat çekmek istediğim husus ikili aşamada ilerleyen şu husustur: Günümüz dünyasında hakikat iddiasında bulunanlar kimlerdir ve yöntemleri nelerdir? Gazzâlî kendi dönemi itibariyle hakikat iddiasında bulunanları tespit etmiş ve bu iddiaları irdelemiştir. Dolayısıyla elimizde bulunan soruyu günümüze taşıyarak bu sorunun cevabına ulaşmamız gerekir.
II
Yekten bu soruyu sorduğumuzda maalesef Gazzâlî gibi sınırları ve yöntemleri belli olan hakikat iddialarıyla karşılaşmıyoruz. Burada tarihsel bir süreci eşeleme niyetinde değilim. Dolayısıyla direkt olarak 2022 özelinde konuşuyorum. Yaşadığımız bu yılda hakikat iddiasında bulunduğunu düşündüğümüz gruplar hangileridir sorusu şu, şu ve şu diyebileceğimiz bir cevabı getirmiyor. Bunun nedeni ortada nesnel bir hakikatin var olmadığına dair görüşün yaygın kanaat haline gelmesidir. Bu kertede hakikat iddiası, “Şeksiz şüphesiz bilgi benim yöntemimle bulunur”dan “Bu tarz bir bilgi nesnel olarak ortaya konulamaz”a evrilmiştir. Yani bugünün geçerli hakikat iddiası, bir hakikat iddiasının olamayacağıdır. İşte konumuzun odak noktası burası. Bugünkü hakikat iddiasının kaynağı veya dayanağı nedir?
III
“Böylece o yalnızca büyükleri hariç olmak üzere onları paramparça etti; belki ona başvururlar diye.”[1] Hz. İbrahim putları kırdıktan sonra pratikte karşılığı olmayan putların meşrulaştırıcı olamayacağını ifade etmek için içlerinden büyük olanı sağlam bırakmıştı. Çünkü ifade etmek istediği şey insanlar tarafından üretilen putların bizatihi insanı yaratan Tanrı ile hakikat iddiası hususunda karşılaştırılamayacağıydı. Nitekim dinin hakikat iddiası nesnelliğini mutlak oluşundan almaktadır. Ancak Horkheimer’ın yerinde tespiti ile din artık birçok kültürel değerden birine indirgendiği için mutlaklık iddiasından doğan nesnellik iddiası da artık dikkate alınmayacaktır.[2]

Burada sorulacak soru şudur: Dinler hâlâ ayakta olduğuna göre karşısında hakikatin nesnel olmadığı iddiasında bulunanlar kimlerdir? Yani kime başvurulacak? Hakikatin nesnel olduğu iddiasında bulunan dinler karşısında yer alan ve nesnel hakikatin olmadığı iddiasında bulunanlar kimlerdir? Bu, sorulması gereken ilk soru.
“Bedenin kaynak olarak görülmeye başlamasıyla ‘gerçeklik’ insanın dışındaki nesnel bir mesele olmaktan çıkıyor; kişiye ait bir mesele olma özelliği kazanarak sadece bir ‘duyguya’ dönüşüyor.”[3] Abdurrahman Arslan’ın bu tespiti bize hakikatin nesnel olmadığını iddia edenlerin dayandığı noktayı gösteriyor. Eğer mesele kişiye ait bir mesele ve nesnel değilse o zaman:
1. Hakikatin nesnel olduğunu nasıl iddia edebiliriz?
2. Şeksiz şüphesiz bir bilgi var mıdır?
şeklindeki sorulara nasıl cevap verebiliriz? Bu da sorulması gereken (daha çok cevaplanması gereken) ikinci soru.
IV

Eğer beden kaynak veya dayanak ise beden sayısı kadar hakikat iddiası vardır diyebiliriz. Kanaatime göre bu iddianın temelinde “özgürlük” düşüncesi yatmaktadır. Zira bilinçli bir varlık olarak insan kendi dünyasına artık müdahale edilsin istemiyor. Bu isteğin gerçekleşmesi ne derece mümkündür[4] kısmını atlarsak bu isteğin oluşmasının sebebi yine insanın bizatihi kendisidir. Çünkü “dünyanın bir parçası olan insan bilinci, dünyayı yansıtma hakkının kendine ait olduğunu düşünmektedir.”[5] Bu düşüncenin altında yatan temel fikir özgürlük veya bağımsızlık fikridir.
Son olarak Nietzsche’nin özgürleşmeye, bağımsızlaşmaya yönelik ifadeleri üzerinden gidersek karşımıza zemini sağlam olmayan hakikat iddiasının dönüştürücü etkisi çıkar:
Şu anda bireyi mümkün kılmanın yegane yolu, onu ‘budamak’tan geçiyor; Bireyi mümkün kılmak demek, onu, bütünlüğü ile mümkün kılmak demektir. Ama tam tersi bir süreç işliyor burada. Bağımsızlık iddiası, özgürleşme iddiası ve sınır tanımamazlık iddiası, hiçbir sınırlamanın çok katı ve güçlü olmadığı kişilerde gözle görülür bir şekilde gelişir -bu siyaset için de aynen geçerlidir, sanat için de. Ancak bu, bir dekadans işaretidir: bizim modern ‘özgürlük’ kavramımız, güdülerin (insanın mizacının ve tabiatının) ne denli dejenere olduğunun kanıtlarından biridir.[6]
Bu dönüştürücü etki yine insan temelli bir serzenişi içerir kanımca. Yani Nietzsche açısından ortada bir dekadansın olmasının nedeni dejenere olan insan mizacıdır. Burada insan sadece düzeltilmesi gereken olarak değil aynı zamanda düzeltirken de dayanak olarak yine kendisini almak zorunda olandır. Böylelikle unutulmaması gereken şu öncüle ulaşırız: İnsan bir elinde çekiçle putları yıkarken, diğer elinde alçısı hazır olandır.
NOTLAR [1] Enbiya, 58. [2] Horkheimer, M. (2016). Akıl tutulması (O. Koçak, Çev). Metis, s. 70. [3] Arslan, A. (2016). Sabra davet eden hakikat. Pınar, s. 221. [4] Bence kesinlikle mümkün değil. [5] Baudrillard, J. (2022). Şeytana satılan ruh ya da kötülüğün egemenliği (O. Adanır, Çev.). Doğubatı, s. 37. [6] Nietzsche, F. (2015). Putların alacakaranlığında (Y. Kaplan, Çev.). Külliyat, s. 133.