top of page

Hüseyin Rahmi Göktaş: “Türkleri düşünmek yerine Türkçeyi düşünmeyi yeğliyorum”

Hüseyin Rahmi Göktaş'la Üsküdar'da buluşup Türkçenin sırları hakkında konuştuk. Göktaş, Türkçeye dair özgün yaklaşımıyla tanınıyor.


· Söyleşen: Servet Sena Çelik ve Hakan Arslanbenzer ·


Hüseyin Rahmi Göktaş, Hakan Arslanbenzer
Hüseyin Rahmi Göktaş ve Hakan Arslanbenzer, Üsküdar

Servet Sena Çelik: Serüveninizi merak ediyorum; gençken, 20-25 yaş aralığında ne yapıyordunuz? Düşüncenizi oluşturmaya nerede karar verdiniz? Yolunuzu nasıl açtınız? Sonra nasıl gitti? Bunu merak ediyorum. Adım adım, ayrıntıya girerek anlatabilir misiniz?

Hüseyin Rahmi Göktaş: Bunlar aslında benim konuşmayı sevmediğim konular. Böyle bir konunun gelişme sürecinin merak edilmesi de biraz tuhaf geliyor. Herkesin çünkü böyle ilgilerinin olması lazım. Herkesin kendine bir şekilde ya mevcut yollardan birinde samimiyetle ilerlemesi, onu yapamıyorsa kendine bir yol açmaya çabalaması lazım. Mevcut kültürel ya da düşünsel ortamda beni tatmin edecek şiirden başka bir şey göremediğim için girdim ben bu yola. Bunun içindeki gayem; dışarıdan çok fazla bilgi aktarmadan, mevcut bilgilerimle nasıl bir yol yürüyebilirim… Bir derinlik fark ediyordum ben Türkçede, daha çocukken fark etmiştim. O derinliğin izlerini takip etmek için, Anadolu irfanı ya da ona benzer kavramların muğlak tarafları bir kenara bırakılırsa, onun arkasında ben dilin olduğunu fark etmiştim zaten. Fakat o benim fark ettiğimle günlük hayatta işleyen, akan dilin aynı olmadığını da gördüm. Ben Türkçede çok yüksek bir şey fark ediyorum fakat Türklerde onu göremiyorum. Bu yüzden, bir de karakterim icabı ben Türkleri düşünmek yerine Türkçeyi düşünmeyi yeğliyorum. Bu yüzden de kendi neslimden de ayrılırım o anlamda. Türkçe bana daha üzerine düşünülebilir ve karmaşalardan ve aynı çember etrafında dönüp durmaktan kurtaran ve bana bir yol göstereceğini fark ettiğim bir şey vaat ediyordu. O vadiye de hep kendi kendime ulaştığım için; bir başka deyişle Türkçeyle ilgili düşündüğüm şeylerin seviyesini başka hiçbir yerde, hiçbir felsefede ya da yolda görmediğim için, bunu izah edemesem de ben kendi yürüdüğüm yoldan çok memnundum ve bunda ısrar ettim. O yaşlarım bunlarla geçti.

Arslanbenzer: Peki notlar mı alıyordun yoksa kafandan mı geçiriyordun? Dille konuşuyormuşsun gibi hissediyorum ben. Nasıl başladı bu konuşma?

Göktaş: Hiç not almadım. Çünkü yazıyla aramda bir mesafe var. Türkçenin yapısı daha çok seslere dayalı olduğu için ve işte mesela köydeki seslerle şehirdeki seslerin, aynı sesin vurgusunun farkının anlamını da fark ettirdiğini gördüğüm için, yazı da bunların hepsini tek bir sese dönüştürdüğü için, sadece bu sebeple olmamak kaydıyla, yazıya biraz mesafeli duruyorum. Daha sonra bu son yaptığım işlerde yazıda olanın artık ölmüş olduğunu fakat dilin sesler düzeyinde hâlâ diri olarak konuşabildiğini ayırt ettikten sonra da oradaki tavrımın doğru olduğunu fark ettim. Hiç not almadım. Ama gecem gündüzüm bununla geçiyordu işte.

Arslanbenzer: Peki bu bir his mi yani bir yoksa bir düşünme zevki mi? Yani yazıyı kayda geçmediğin için dolayısıyla kafanda net cümleler de kurmamışsındır.

Göktaş: Net cümleler yok çünkü anlamaya çalıştığım şey; bulanık olanı, yani henüz netleşmemiş ve bir netlikte görülemeyen odanın, perdenin ya da sisin işaretlerini takip etmek. Bu da aslında bilinen ve kesin olduğundan emin olunan ya da biliniyormuş gibi konuşulan konuların hepsinden duyduğum bir rahatsızlıktan kaynaklanıyor. Konular bu kadar basit ve indirgemeci ele alınmasından… Türkçeyle ilgili bütün konuşmalarda “Dilimizi güzel kullanalım”dan öteye geçilememesinden… Bununla ilgili yazılmış şeylerin, şiir kitapları hariç, hiçbir katkısının olmayışından… Ve burada artık herkesin kesinleşmiş olmasından, anlaşmış olmasından…. Türk Dil Kurumu’ndan, onların yaptığı işlerin kelimelerin bitişik mi ayrı mı yazılması meselesinden ibaret bir seviyede kalmasından… Ve bu konuları siyasi bir taraf olmaksızın kıymetli göremeyen anlayıştan duyduğum rahatsızlık nedeniyle, kesin olanın ya da kesin biliniyor gibi olan şeylerin duruşundan, durduğu yerden bir rahatsızlık duyduğum için ben içinde bulunduğumuz zamanda çok kesin şeylerin söylenmesinin biraz mesnetsiz olabileceğini düşünüyorum.


Hakan Arslanbenzer: Ben cevabı biraz biliyorum ama işte SineQuaNon okuyucuları için de özellikle sormuş olayım. Dilbilim teorisi veya pratiğiyle bir ilişki kurdun mu? Sen her bir sesin, ses olarak özellikle anlam değiştiren bir güce sahip olduğunu söylüyorsun. Mesela Edward Sapir de her sesbirimin bir anlamı olduğunu söylüyor. Baktın mı mesela böyle şeylere?

Göktaş: Yok bakmadım, sadece dilbilimin genel mantığını biraz biliyorum. O da işte dili mekanik aksamına bölüyor, gösteren-gösterilen-gösterge üzerinden... Ve teknik yönlendirmeleriyle yaptığı çalışmanın biraz üstten bir tavır olduğunu mesela bunun için kısa yönlendirmeler ya da zamirler söz konusu olduğunda doğrudan dilin işaretçileri söz konusu olduğunda, onu gösteren ve gösterilen gösterge mi olduğunun sezilemeyeceğini; “Bu o mu?” gibi bir soruda mesela bunların hangisini gösteren, hangisinin gösterge olduğunun anlaşılamayacağını düşünüyorum. Çünkü her biri hem tek hem de hepsi bütün olarak hepsine şamil. O üstten çözümlemenin... Zaten söz konusu olan dil olunca, dilin içinde fakat dilin üstünde bir yerden konuşmanın biraz sentetik, plastik bir şey olduğunu düşündüğüm için ona mesafeliyim. Seslerin anlamları...

Arslanbenzer: Modern bilim sentetik bir şey. Yani sentetik düşüncenin ürünü olan bir şey, modern bilim. Dilbilim de bundan ayrı değil. Bir fizik dilinden farklı görmez kendini zaten. Onun için de yaşayan dilin organik akışını çözümlemeye çalışmaz. Ya da onunla beraber akmaya çalışmaz. O konuda haklısın ama bu organizmayı, organik hali biz konuşurken, düşünürken, dilin içinde akarken zaten yaşıyoruz. Her fark ediş bir şekilde bir kesintiye uğratmak değil midir? Dilbilim kadar sistematik yapmasan da sen de o akışı kesintiye uğratmış olmuyor musun?

Göktaş: Tabii o da hem bir müdahale içeriyor hem de nispeten sentetik bir düzenleme ve katkıya sebep oluyor. Fakat bundan önce, seslerin tek tek anlamları konusunun da öncesinde, başka bir zemini fark ettiğimde ben bu konuya girebildim.

Arslanbenzer: Hangi zemin?

Göktaş: Dilin geometrisi diye tanımladığım bir zemin. Bu zemin seslerin uzunluğuna göre beliriyor ve çocuk ilk cümleyi kurduğunda o zemine yerleşmiş oluyor. Dil en küçük birimine kadar sadeleşip çocukta yer ettiğinde, o en küçük birim de bu zeminde sesin uzunluğuna göre belirlendiğinde oluyor. Mesela Türkçede uzun ses yoktur, biz bir sesi sadece kendi yalınlığında söylediğimizde uzar. "A"yı tek başına söylediğimizde "A" uzunluk kazanır. Bunun dışında başka bir kullanımı yok. Ya da işte ünlemler var...

Arslanbenzer: Benim ismim mesela Hakan, tam orijinal Türkçede “Hakan” (kısa a ile okuyor). Ama “Haakan” diye ilk “A” uzamış olmuyor mu mesela? "Kâğıt"taki "A" mesela biraz uzun değil mi?

Çelik: Şapka mevzusu giriyor ama senin Hakan'da herhalde öyle...

Arslanbenzer: Hayır "K"nin incelmesi... "Kâğıt"ta "A" biraz açık "A."

Göktaş: Öyle birkaç tane şey var; mesela "yaarın" derken uzatıyoruz.

Arslanbenzer: "Yarın"ın "A"sı uzundur evet.

Göktaş: Orada zaten bir “Ğ” var. Bu yağrı, sağrı gibi…

Arslanbenzer: Gizli bir ikinci ses var.

Göktaş: "Yarın" ve hepsinde var zaten, hepsinde bir "Ğ" oluyor ikinci ses olarak. Onu düşürdüğümüzde uzun okunuyor.

Arslanbenzer: "Kâğıt"ı da "Ğ"siz okuduğumuz için.

Göktaş: Evet. "Yarın" Türkçe olduğu için oradan gittim. Mesela yazları Kur’an öğrenmeye gittiklerinde, harf-i med’de takılır Türk çocukları. Çünkü uzun sesler devreye girdiğinde, seslerin hepsini uzatmaya ya da hepsini kısaltmaya yönelik bir tavır uygulayıp, onu anlayamayıp çoğu bırakır. Bir sesi uzattığında diğerinin kısa kalması Türkçenin geometrisine uygun olmadığı için...

Çelik: Orada bir boşluk oluyor.

Göktaş: Orada anlaşılamaz bir şey oluyor; zeminde bir müdahale gibi oluyor. O yüzden oradan sonrasını çok kişi sürdüremez.

Arslanbenzer: Geometri dediğin şey biraz vezin gibi sanki. Hani uzunlu kısalı okuma şekli gibi. Kulakta bir şey oluşuyor çünkü bir konuşma şekli var. Hani ağız-kulak ilişkisi gibi oluyor nihayetinde değil mi?

Göktaş: Tabii. Ama aynı zamanda ben bunu edebiyat terimlerinden uzak bir yerde tanımlamaya daha bir özen gösteriyorum. Çünkü aynı ses, o tek başına söylediğiniz uzayan ses, uzamasının özelliğini bir harf-i tarif kazanarak elde ediyor. Türkçede tek başına söylediğimiz herhangi bir sesin uzaması, onun tırnak içine alınması, onun kişilik kazanmasından; ama harf-i tarif şeklinde bir kişilik… Yani artık gizli bir "O" kazanmasına neden oluyor. Mesela tek başına söylenmiş "adam" kelimesi, Türkçede "o adam" gibi duyulur. Bunu Türkçeyi sonradan öğrenenlere izah etmek zor olur. Sadece bizim duyabildiğimiz bir şey. "Kitap" dediğimizde "o kitap" gibi bir çağrışımı vardır. Gizli bir "O"yu kendi içinde hemen bulundurur. Bu Türkçenin harf-i tarifi. Bütün yalın kelimeler, başka dilden gelmiş de olsa bu zemine yerleşerek, biraz önce kastettiğin zeminde yerleşerek bu dilden olmanın şahsiyetini kazanırlar.

Arslanbenzer: Peki bu "O" nun özelliği mi bu yoksa kök sesle ilgili bir şey mi?

Göktaş: Burada bu işte bu gizli "O" zamir olarak gösterilen "O" kadar belirgin değil. Daha onun içinde, o şeye içkin olarak duruyor. Ve onun içinde bir şey kazandırıyor.

Arslanbenzer: Yani her nesnenin, her varlığın içinde mi var diyorsun?

Göktaş: Türkçeye girmesinin şartı. Çünkü Türkçeye girerken bütün kelimeler harf-i tariflerini dışarıda bırakarak gelmek zorunda kalıyor.

Arslanbenzer: Ona bir örnek verebilir misin?

Göktaş: İşte Arapçadaki "El Kitab"ın Türkçedeki karşılığı "Kitap."

Arslanbenzer: "The book" demeyiz yani, onu Türkçeleştirmiş olsak, ona "the" diyemeyiz. Bir "televizyon" dediğimizde ”Le” içerir manasında mı?

Göktaş: Türkçe olarak içeriyor. Türkçeye gelirken harf-i tarifi bırakıp, Türkçe kendi yalınlığında bir "o" ekliyor.

Arslanbenzer: Demek ki "The," “Le” veya “El” sesi gidiyor ama manası kelimenin içinde kalıyor.

Göktaş: Evet ve kendine özgü bir mana.

Arslanbenzer: Gizli "o" sayesinde.

Göktaş: Çünkü diğerleri de aslında gizli "o" gibi. Onları nasıl tanımlıyorlar bilmiyorum; harf-i tarifleri ya da artikelleri. Ama onlar gizli bir belirteç olarak gösteriyorlar, ben "o"ya benzetiyorum. Ama bu konu eski bir konu. Bizim için yeni. Türkçeye herhangi bir kelimenin ismi olarak ya da başka bir şey olarak girmesinin şartı harf-i tarifini düşürerek Türkçede kendi yalınlığında bir "o" konumunda yerleşmesine neden olacak bir nitelik kazanmasıyla olur. Bu aynı zamanda o eski felsefenin varlık, cüzilik, küllilik konularına tekabül eden bir konu. Adamlar harf-i tarifsiz kelimeyi nasıl bir yerde tasavvur ettiklerini bilmedikleri için orası külli; harf-i tarifli olarak söyledikleri cüzi oluyor. Bu bizi neredeyse hiç ilgilendirmeyen bir tartışma süreci. Biz bu konuya netliğe kavuştuktan sonra kolaylıkla kendi durduğumuz yerden dahil olabiliyoruz. Bizde çünkü harf-i tarifler sese ve kelimeye ilişkin olduğu için, şeyler de konumları zaten belli şeyler olduğu için biz bunları belirsizleştirebilmek için herhangi bir şey vasfını eklesek bile, o kendi belirliliğinden düşmeyeceği için yabancıların söz konusu ettikleri o külliyi algılayamıyoruz. Mesela Araplar anlayabiliyor ama o bizi o anlamda bağlamıyor. Çünkü biz “Kitap” dediğimizde, “O kitap” dışında başka bir anlam, herhangi bir kitap anlamı çağrışmıyor.

Arslanbenzer: Kitap fikri, kitap ideası gibi bir şeyimiz yok, diyorsun.

Göktaş: Yok. Biraz zorlarsak; biraz da diğer dillere aşinalık kazanırsak, kısmen üretebilir ya da anlayabiliriz. Fakat bu da sentetik bir şey olur. Bizimle ilgili bir konu değil. Harf-i tarifsiz kelimeler onların kafasında nerede duruyor? Bu bizim anlayabileceğimiz bir şey değil. Çünkü öyle bir boşluğa herhangi bir şeyin Türkçede yerleşmesi mümkün değil. Türkçede herhangi bir şeyin zeminini boşaltmak mümkün değil. Her şeyin o şey olduğu bir kasıtla ya da şartla Türkçeye dahil edildiği, Türkçede de her şeyin o şey olmaksızın kendisinden söz edilemediği bir zeminde sürdürülüyor bu konu.


Arslanbenzer: Bu kavrayış yeteneği varoluşsal mı kültürel mi?

Göktaş: Kültür zaten buna bağlı. Sonradan bazı uygulamalar ve şartlarla edinilebilecek bir şey değil. Bir de dili öğrenme yaşımıza bakarak bunu hesap edebiliriz. İşte bir uzun ses, bir kısa sesin çıkardığı sorunun ya da seslerin birbirine eşit olmasının kültürel bir yorumu yapılabilir. Bir kişinin bir sesi uzun, diğer sesi kısa, sonra tekrar uzun söyleyemeyişi bir eşitlik algısına dilin etkisiyle sahip olduğunu, bu yüzden birine yapılan haksızlığın çok göze göründüğünü... Dolayısıyla hiç kimse kendi varoluşu nedeniyle bir diğerinden daha üstün ya da daha alçak bir yerde bulunamayacağını taahhüt eden bir şey oluşturuyor.

Arslanbenzer: Dilin bağımsız bir varlığını olduğunu bir yerde söylüyorsun.

Göktaş: Evet söylüyorum; onu açıkça söyleyebiliyorum.

Arslanbenzer: Zaten o yüzden herhalde Türkçeyle ilgileniyorsun, Türklerle o kadar ilgilenmiyorsun.

Göktaş: Rahatsızım tabii. Türklerin hem geometrik tutarlılığı hem de gramatik düzeni bu kadar ileri seviyede bir dil konuşup bu kadar pespaye şeylerle uğraşmasını da hiç doğru bulmuyorum.

Arslanbenzer: Kendini dilci olarak mı yoksa düşünür olarak mı görüyorsun?

Göktaş: Kendimi dilci olarak görmüyorum. Daha çok bir düşünürüm diyebilirim.

Arslanbenzer: Bununla bağlantısı olan bir merakım var. Düşüncene uygun, Türkçedeki o zenginliğe sadık kalmış bir şiir, roman, hikaye var mı? Edebiyatta bir karşılığı var mı?

Göktaş: Ben Türkçedeki o özel, o derin şeyi günlük dildeki konuşmalarda fark etmedim. Orada belki bazı sesleri fark ettimse de Türkçenin yüksek bir seviyede olduğunu bana fark ettiren şey şiir oldu, Türk şiiri.

Arslanbenzer: Farkedişlerini özellikle…

Çelik: Karşılayan biri var mı, spesifik bir isim var mı?

Göktaş: Spesifik olarak İsmet Özel'i çok okudum.

Arslanbenzer: Biraz İsmet Özel’in şiirine gitsek; var mı aklında mısralar? Örnek olarak verebilir misin; daha kolay anlaşılması için?

Göktaş: Şu şuna örnektir, diyemiyorum da mesela "Bir harfin başlattığı yangın ile söndür" ve harflere ilişkin bazı başka vurguları…

Arslanbenzer: “Çocuk e harfine yaslanmış uyuyordu…”

Göktaş: Ya da "Beni bir ses sahibi kıl"daki şey. Şairin de zaten başka vesilelerle Türkçede böyle bir şeyi fark ettiğini düşünerek kafamda böyle bir hüküm oluşmuştu. Başka şairler de var tabii...

Arslanbenzer: Peki Türk şiirinden sonra herhangi bir şiir, herhangi bir milletin şiiri, buna yakındır diyebileceğiniz Türk şiirinin dışında bir örnek var mı? Fransız şiiri de iyidir, o onların sesini karşılar, gibi bir şeyiniz var mı? Böyle bir çıkarımınız var mı?

Göktaş: Başka dil bilmediğim için o başka dillerin şiirleriyle ilgili konuşmaya kendimi yetkili görmüyorum.

Arslanbenzer: Ama şunu söyleyebiliriz belki de yabancı dil bilip bilmemekten öte: Dillerin bağımsız varlıkları vardır gibi bir çıkarım yapabilir miyiz?

Göktaş: Türkçe çok yüksek seviyelere erişip orada bir şeyler söyleyebiliyor. Fakat kültürel bir birikim olmadığı için; yani taşı taş üstünde sırayla koymak gibi bir alışkanlık olmadığı için seviye düşüyor. Ben zaten o seviyede cümle kurmanın, o seviyede şiir olmayan fakat aynı düzende, aynı seviyede ilerleyebilen cümle kurmanın mümkün olabileceğini açığa çıkarabilmek için bu yola girdim. O yükseklik Yunus'un şiirlerinde de, Hacı Bayram’da da var; yani o seviyelere erişiliyor. Şairler bir şeyler söylüyor, sonra seviye tekrar düşüyor. Çünkü ilk söyleyenler, ilk yazanlar şiir olmayacaksa eğer, saçmalamakla itham edileceği için yazmaya cesaret edememişler.

Arslanbenzer: Benim bununla bağlantılı son sorum şu: Türkçe kaynaktan uzaklaşıyor mu? Zeminden, kendini var eden o kök ses ya da sen nasıl tarif ediyorsan... Kaynak diyelim genel olarak… Kaynaktan uzaklaşıyor mu? İster şiire bakarak söyle; ister insanların konuşması veya yazıya bakarak…

Göktaş: Türkçede kökle ilgili tartışmalar 100 yıl önce yapılmış ve Türkçedeki kökleri nereye bağlayalım, fiillere mi isimlere mi bağlayalım. diye bir tartışma başlamış. Şimdi bizim geri dönerek çok fark edemeyeceğimiz bir şey. İsimlere bağlanma ihtimali varmış yani. O da pratik olsun diye Türkçenin köklerini fiillere bağlamışlar. Ve biz de herhangi bir kelimenin kökünü hemen -mek -mak ekleyip onun fiil haline geçiş yaparak bulmaya çalışıyoruz. Ama bu fiil dediğimiz şey alelade ve üstünkörü bir şey. Fiil tabanlı, fiil kökenli bir dil değil Türkçe. Ama isim kökenli de değil. Yani diğer tercih de çok işe yaramazmış. Fiiller "yaptım ettim, oldu bitti" gibi bir yere doğru getirip, içinde bulunduğumuz zamanı biraz hazırlamış. Yapılıp edilen şeyin yapı olarak karşımızda durma ihtimalini ortadan kaldırmış. Oldu bittiye getirilmiş her şey. Bu bir bakıma sadece Türkçenin değil, Türkçe dahil olan birçok şeyin ahlakına da sirayet etmiş. Eski insanların kendi yaptıkları şeylerin bir gün karşılarına çıkacağı ve kendilerine hesap sorulacağı algısı, bahsettiğimiz fiilî pratiklikle ortadan kaldırılmış. Herkesin kendi yaptığının yanına kâr kaldığı fiil tabanlı bir dil algısına ulaşılmış gibi görüyorum. Orada yitirdiğimiz başka bir şey var. Köklerin fiil olduğu bir dil algısına geçildiğinde, fiil gerçekten alelade hale gelir, ağır bir şey taşıyamaz. Ağır bir şey taşımadığı için zaten çekimleri o kadar kolay. Bütün fiiller için geçerli. Ne kadar "yüksek bir anlam var" demiyorsak da eklenecek bir tek sesle yeri değişir ve taşıdığı şeyin hafifliğini orada sezersin. Ağır olanlar dilin daha içsel başka yapıları. Yani fiili de ortaya çıkartan, kavramı da ortaya çıkartan başka yapılar. Onları kararlı kökler diye tanımladım. Kök ses bütün dillere şamil olan bir heceler gibiyken, Türkçede kararlı olduğu hale bir tanım getirerek bu konuda hiç değilse düşünürken çok uzak uçlara geçilmesin diye bir önlem de almış oldum. Ama kararlı köklerin varlığından da emin oldum.

Arslanbenzer: Ne mesela bu kararlı kökler?

Göktaş: Mesela ”kut” bir kararlı kök. Kök ses ya da değingeler kendi içinde... Hatta bu değingelerle çok uğraştım. Değingeler öne gelen seslerdir fakat ek değildir. Bunu nasıl tanımlayacağımı bilemedim çünkü çok zor bir şey. Ek olmadığı halde öne gelir. Mesela “ek” hecesi aynı zamanda bir kök ses. Kelimenin neresine eklenirse eklensin, oraya bir ek anlamını getirir.

Arslanbenzer: Önüne “ç” eklersen “çek” olur.

Göktaş: Daha kolay anlatabileceğim bir örnek, "tek" mesela. Kendisi ek fakat başına "t" geldiğinde, önüne gelen sesle birlikte bütün ve tek parça eşsiz bir yapıyı tarif etmiş. Ama bu Latin harflerinin sorunu yüzünden, ben "öne gelen" diye açıklayıp durdum. Asıl konu; iç içe geçen, kendi içinde bütünleşerek bir kararlı kök oluşturan bir alfabe olmuş olsaydı, bu kadar uğraştırmayacaktı. Yani aslında değingeyle kök ses iç içe geçip nevi kaynaşarak bir kapalı yapı oluşturur. Kararlı köklerin özellikleri kapalı olmaları. Mesela "kapı" kelimesinin etimolojisiyle uğraşıyorsunuz. Gidiyorsunuz orada “kapı açılan mıdır kapanan mıdır” falan. Kapı diye bir şeyle karşılaşıyorsun. “Kapa,” “kapatmak” falan üzerinden de bunun “kapalı” bir şey olduğuna hükmediyorsunuz. Buradan öteye gidemiyorsunuz. Ama değingeler onun kendi içinden nasıl oluştuğunu gösterebilen bir yaklaşıma izin veriyor. Fakat burada gerçekten artık kelimeler ”kut” gibi kutsal yapılar olduğunda ve öyle yaklaştığınızda kendini açıyor..

Arslanbenzer: Mesela kapıdaki kararlı kök nedir?

Göktaş: “Kap” bir kararlı kök. “Kap”ın kendisi. Fakat bunun buradan baktığımızda hep kapanan bir kapı görüyoruz. Ama içine girmeye çalıştığımızda, “ap” kök senine “k” eklediğimizde ve bunu takip ettiğimizde, bunun kapı olarak açıldığını görüyoruz. "Kap" kökünden kavrama doğru "ı" ile açıyorsunuz. Kapı açık bir şey, bir kavram olur. Kapı dediğimiz şey aktif bir kavram. Şimdi baktığımızda isim gibi görünüyor. Ama dilin yapısı gereği bir kavram oluyor. Kararlı köklere gelen -ı, -e, -a gibi ekler birbirinden farklı iki kavram bütünü oluşturuyor. Bir uyumlu kavram, yapıya uygun, olura doğru giden, sesin akışına uygun, aşağı doğru akan bir uyumlu kavram oluştururken; bir diğeri sesi tekrar yükselterek, “ola, bile, göre” gibi bağlaçlarda olduğu gibi, o zamana kadarki akışı durduran ve seviyeyi yükselten yapılar oluşturuyor. Zorunlu kavramlar sesi kendi seviyesine tekrar yükselttiğinizde, “ola, bile, göre” gibi, (bunlarıni ikili tekrarından daha iyi anlıyoruz kavram olduklarını; “bile bile, göre göre” gibi ifadeler bir zorunluluk getiriyor) ve cümle içerisinde bağlaç olarak geçtikleri her yerde cümlenin öncesindeki seviyeyi yükselterek yeni bir yere doğru bağlıyor. Sesin yükselmesi orada anlamı da yükseltiyor. O uyumdan ve uyumluluktan ya da olurdan, olura doğru gitsin diye uyum gösterdiğimiz durumlardan çıkartıp, olması gerekene ya da olaya doğru, olması istenene doğru bir yükseklik getirip bağlıyor.

Çelik: Türkçe evrensel bir dil olma yolunda mı sizce?

Göktaş: Bunun gayet mümkün olabileceğini düşünüyorum. Ama Türklerde bir sorun var. Bu Moğollarda da var biraz. Türklerin bir konudaki rakibi gene bir Türk oluyor. Bilmiyorum belki Türkî cumhuriyetlerle anlaşabilirsek bir yere varabiliriz. Türkçenin evrensel olabileceğini söylerkenki rahatlığım Türkçenin diri bir dil olmasından kaynaklanıyor. Sözle kelime arasında bir tasnif yapmıştım.

Çelik: Nasıl bir tasnif?

Göktaş: Sözü diri, kelimeyi de ölü olarak belirlemiştim. Kelime bir bakıma söylenmiş söz gibi oluyor. Söylendikten sonra bitmiş bir söz gibi oluyor. Artık o nesnel bir anlama tabidir. Ama diğeri yani söz söylenirken anlamı, söylenirken bir anlamı da yok bu arada, söylenirken her kelime kendi kökünden, her seferinde yeniden anlamlanarak geliyor. Yani bu kelimeler bizim sözlükten bildiğimiz ya da aşina olduğumuz, ezberimizden tanıdığımız bütünlükte yapılar değiller; bunlar seslerden oluşuyor. Türkçe bu özelliğini nispeten koruyor. Herkesin her konuşması için kastetmiyorum; hatta çok az kişi için bu geçerli neredeyse, yani çok önemli bazı durumlar için. Kelimenin sesten yapıldığını söylerken, hissettiğimiz ânlar için Türkçe elverişli. Her kelime her seferinde kendi kökünden yeniden inşa edilerek var oluyor. Ezberden bildiğimiz anlamı var mesela ”yeni”nin. Tamam ezberden de konuşabiliriz, bu zaten hep yaptığımız şey. Fakat bazı durumlar olur ki artık ezberden değil ve gerçekten orada yeniyi söylememiz gerektiğinde, yazıyla zor olan şey bu. Çünkü yazdığınızda, sözlükte de karşılığı olan bir kelimeyi söylemiş oluyorsunuz. Ama söylerken öyle olmayabiliyor. Bu diriliğine güvenerek ben mümkün olduğunu düşünüyorum.

Çelik: Böyle bir yolculuğun içinde miyiz peki sizce?

Göktaş: Yani dünyadan haberim yok benim fazla. Nereye gidiyoruz, ne yapıyoruz hiç bilgim yok.

Çelik: Çok teşekkürler. Çok sağolun.

bottom of page