Eleştirinin en önemli koşullarından biri konum. Konum yani koordinat. Nerede duruyor, nereden bakıyoruz? Baktığımız yerden görünen ne?
· SineQuaNon ·

Eleştirinin en önemli koşullarından biri konum. Konum yani koordinat. Nerede duruyor, nereden bakıyoruz? Baktığımız yerden görünen ne? Bu sorular konum meselesinin biri somut ve toplumsal, diğeri soyut ve entelektüel iki yönünü işaretler. Somut toplumsal yönüyle konum, dikkatli bir bakışın son derece detaylandıracağı malzeme zenginliğine sahiptir. Eğitim-öğretim sermayemiz, medeni durumumuz, işimiz veya mesleğimiz, tüketim alışkanlıklarımız, sağlık harcamalarımız, oturduğumuz konutun tipi ve maliyeti vb. Bütün bunlar statü anlamında toplumsal konumumuzun boyutlarını şekillendirir. Günümüzde sosyal bilimler için merkezî bir çalışma sahasıdır bu boyutlar. Bunun yanında bir de düşünce dünyası dediğimiz şey var. Entelektüel öznenin hem zihninde taşıdığı hem de soyut bile olsa içinde yer aldığı dünya. Toplumsal statü kadar apaçık meydanda olmayan ilişki, bağlantı, temas ve boşluklar barındıran; aktörler kadar fikirler, etkiler ve eserler arasında oluşan bir bütünlük. Böyle bir dünyada düşünen kişinin konumu nedir?
İlk ve en kapsamlı cevap Türkiye olmalı. Bu cevap, konum derken kast ettiğimiz iki anlamı da taşıyor çünkü. Varlığımıza etki eden maddi, toplumsal ve nesnel dünyanın yanı sıra bu dünyadan bağımsız olmayan zihin yapımız, düşünsel meraklarımız ve kaynaklarımız. Konum kelimesinin iki anlamında da Türkiye’de bir yerde, öncelikle Türkiye’dekilerle karşılıklı bir ilişki içindeyiz.
1960’lar: Son tartışmamızda kaldığımız yer
Zihin yapımızdan söz etmişken aklımıza Türkiye’nin yapısı meselesi geliyor; dolayısıyla da 1960’ların düşünce iklimi… Büyük soruların çok fazla sayıda aktörle tartışıldığı en yakın dönem yani. Öncesinde akla gelebilecek dönem ise II. Meşrutiyet. Herhangi bir entelektüelin Meşrutiyet ve 60’ları imrenerek hatırlamaması mümkün değil. Her iki dönem düşünce zenginliği ve farklı siyasi görüşten insanların düşünsel ilişki içinde olmaları bakımından Türk düşünce hayatında öne çıkıyor.
Nasıl oluyor da farklı dünya görüşüne, yaşam alışkanlıklarına sahip insanlar birbirini okuyor? Okumak yanında anlıyor, aynı masaya oturabiliyor? Basit gibi görünen bir ilişkiler ağının altında ortak bir konumu paylaşmak yatıyor aslında. Prens Sabahattin Türkiye Nasıl Kurtulur?, Niyazi Berkes İki Yüz Yıldır Neden Bocalıyoruz? diye sorarken, Doğan Avcıoğlu Türkiye’nin Düzeni, Erol Güngör Türkiye’nin Yeri diye başlık atarken, Doğan Kuban Sanat Tarihimizin Sorunları, Mümtaz Turhan Garplılaşmanın Neresindeyiz?, Said Halim Paşa ise Buhranlarımız diyerek meseleyi sahiplenirken ortak bir zeminde hareket ediyordu. Nazım Hikmet Memleketimden İnsan Manzaraları demişti. Necip Fazıl Türkiye’nin Manzarası ismini verdi bir kitabına.
Günümüzde yukarıdaki kitap isimlerini anmak belki de, Batı’dan gelen yeni düşünce akımlarına angaje entelektüelleri gülümsetecektir. Makro kuramların aşıldığından dem vurulacaktır. Entelektüelin, akademisyenin görevinin vatan kurtarmak veya siyasete yol haritası sunmak olmadığı söylenecektir. Entelektüellerin haklı haksız taraflarını, entelektüellerin mesleki ve disipliner kaygılarını bir kenara bırakalım. Düşüncenin rotasını farklılıklar belirliyor bugün. Dolayısıyla ortak bir rotanın varlığından söz etmek de mümkün görünmüyor. Büyük sorular, ağır başlıklar okuryazar öznenin kulağını tırmalıyor. Düşünce ışığının voltajı günden güne düşüyor. Sözgelimi “Doğu-Batı çatışması” başlığı, aşılmış ya da aşılması gereken köhne bir dikotomi olarak sunuluyor. Düşüncede biz diye bir keyfiyet aranmıyor.
Milliyetçiliğin romantik ve kurgusal biz söylemi değil peşine düşmemiz gereken. Biz derken mahallesini kast edenlere de bel bağlanamaz. Bugün biz sözü bu iki bakış arasına sıkışmış vaziyette. Bizin üzerindeki bu kara bulutlar düşüncenin sınırlarını daralttığı gibi, düşünenlerin ülke gerçekliğine temasını da engelliyor. Muhayyel geçmişle mahalle dışında Türkiye’den söz etmenin imkanı yok neredeyse. İşin ilginci; ne mahalleyi ne de milliyetçi nostaljiyi umursayan biri, ağzıyla kuş tutsa bile, biz derken başka bir ihtimalden söz ettiğini anlatamayacağını düşünüyor.
Düşünce dünyamız yok, çünkü eleştiri ortamımız yok
Bir düşünce dünyamız yok, çünkü bir eleştiri ortamımız yok. Nefes alacağımız atmosferi kendimiz oluşturmak zorundayız. Çatışma ve kavgaların olmadığı bir düşünce dünyası, bir ütopyadan söz etmiyoruz elbette. Bazı karı kocaların birbirine söylediği bir söz var, “Biz seninle kavga bile edemiyoruz. Kavga etmek bile bir iletişim biçimidir,” şeklinde. Düşünce dünyamız -eğer öyle bir şey varsa- kavga bile edemeyen karı kocanın dünyasına benzemiyor mu?
Bunun bir nedeni, konum kelimesinin maddi ve toplumsal anlamını takiben belki de düşüncede ortaklaşması beklenen kişilerin maddi ve toplumsal özellikler bakımından fazlasıyla ayrışmış olmaları. Ortak bir toplumsal statüyü, çıkarı, ihtiyacı, nesnel varlık şartlarını paylaşmayan amatör edebiyatçısından Profesör Doktor’una geniş bir mesleki ve kurumsal yelpazedeki potansiyel düşünce aktörlerinin birlikte oturacağı bir masa nasıl olabilir? Toplumsal hayatta yan yana gelmeyen; hatta birbirinden ayrışmış olmakla geçinenleri düşüncede ne yan yana getirebilir?
Birbirimizi övmek ve görmezden gelmek dışında üçüncü bir yola ihtiyaç var. Toplumsal konumlarımız ve seyrettiğimiz güzergahların ayrılığına rağmen işleyecek bir yol. O yol eleştiriden başkası olamaz. Bir başka deyişle, farklılaşmış ama iletişim halinde bir toplumun öncüleri olarak entelektüel özneler için eleştiri, olmazsa olmazdır; sine qua non’dur. İçinde yaşadığımız dünya, içinde yer işgal ettiğimiz farklılaşmış toplumsal yapı, bu olmazsa olmazın, eleştirinin kendi koşullarını oluşturmasını gerektiriyor. Var ederken var olacak bir eylem, eleştiri.
Bir başka deyişle düşünce aktörünün; akademisyenin, entelektüelin ihtiyaç duyduğu iklimi birileri ona armağan etmeyecek. Meşrutiyet’in habercisi olduğu büyük dönüşümün, 60’ların dünya genelindeki çalkantılı ortamının bir benzerini beklemek de beyhude. Bugünün Türkiye’si farklılıklar zorbalığı, minör tarihçilik, kimlik siyasetine kapak atmış bir sol, literatür hegemonyası, çevirinin telif karşısında yükselişi, toplumu örgütleme sevdasındaki faşist yönelimler gibi pek çok etkenle biçimlenen, doğrusu biçimsizleşen bir entelektüel hercümerç içinde.
Çizdiğimiz manzara, düşüncenin merkezini arayanlar için ümitsizlik veriyor gibi görünse de bu arayışın somutlaşması için ifade edilmesi de zorunlu. “Efendimiz acemilik,” mi demişti Turgut Uyar; biz de o halde demeliyiz ki, efendimiz eleştiri.