Tarafçılar Amerika merkezli bir kültür kavrayışına sahipler. Bundan dolayı, “demokrasi” bunların kültür savaşının bayrağı durumundadır. Ergenekoncular ise devlet, millet, halk, Türkiye, Cumhuriyet vb. gibi insanları bu ülkede bir arada tutan norm, kanun, talep ve ülküleri kendi mallarıymış gibi göstererek, artık Fransa’nın bile tam uygulayamadığı baskıcı, şekillendirici Avrupa ulus-devleti yaklaşımını sergiliyorlar.
· Hakan Arslanbenzer ·

Osmanlı’dan günümüze devletin kültür politikaları kültür savaşlarıyla maluldür. Türkiye’nin iki türlü kültür savaşı var: Kendi içimizdeki kültür savaşı, Batı’yla olan kültür savaşımız. Çoğu zaman bu ikisi birbirinin üstünü örter. Kendi içimizdeki mücadeleye “savaş” demek biraz abartıdır; çünkü Türkiye’de kültür üzerinden çatışan taraflar yüzyıllardır aynı kimlik çerçevesi içinde, aynı kültürün kanatları olarak yaşamanın verdiği bir ortak bilince de sahiptirler. Çatıştıkları konuların yanı sıra yakınlaştıkları, ittifak haline geldikleri, aynılaştıkları konular da yok değildir. Türkiye’de kültür tartışması yoğurdun yenişi üzerinedir. Bunun temelinde de toplumsal örgütlenme ve günlük hayata dair farklı bakış açıları vardır. Alevilik-Hanefilik, hatta Hanefilik-Şafiilik ya da dağlılık-ovalılık, köylülük-kentlilik gibi dikey veya doğululuk-batılılık gibi yatay çeşitlilikler kültür savaşının temeline akmış bulunuyor. Bunlar kültür savaşını hem biçimlendiren hem de kültür savaşı tarafından biçimlendirilen çeşitlilik ve çatışma türleridir.
“Kültür savaşı” kavramını ortaya atan, bir Amerikalı: James Davison Hunter.[1] Aile, kürtaj, eşcinsellik, medya (sansür), hukuk, başkanlık ve valilik seçimleri, din, evrim teorisi gibi konularda çatışan iki esas taraf olduğunu öne süren Hunter’a göre, bunun sonucunda ortaya çıkan siyasi mücadele temelde “Amerika’nın anlamı” üzerine kültürel bir tartışmadır. Demokratlar daha “özgürlükçü,” Cumhuriyetçiler ise daha “muhafazakar” bir Amerika’dan yanadırlar. Türkiye’den bile neredeyse çıplak gözle görülebilecek, Amerika’ya ait her şeyi iki parçaya bölen bu çatışma, bana kalırsa, Amerika Birleşik Devletleri’nin dünya genelindeki etkililiği nedeniyle Amerika içinde büyük hasarlara yol açmayan, birçok noktada Amerikan demokrasisini, politik ve sivil hayatını besleyen bir çeşitliliğe dönüşmektedir.
“Kültür savaşı” teriminin hemen akla gelebilecek üç akrabası var: Almanya’yı ulus-devlete dönüştüren politikacı olarak tanınan Otto Von Bismarck’ın kullandığı “kulturkampf”[2] (Katolik kilisesi ile Alman hükümeti arasındaki kültür kavgası), İtalyan komünisti Antonio Gramsci’nin “kültürel hegemonya”[3] kavramı (üst sınıf ideolojisinin tüm topluma hakim olması) ve bize daha tanıdık gelecek bir simanın, İbn Haldun’un “asabiyet”[4] (yani yerleşik unsurlarla göçebe unsurların kavgası) kavramı. Bunlar kendi aralarında çeşitli çapta ayrımlara sahip olsalar da her birinin yöneldiği iki ortak kavram bulunuyor: Kültür ve savaş. Demek ki kültür savaşı ya da kültür savaşları, yalnızca günümüz Amerika’sına mahsus bir şey değil; tarih boyunca birçok ülkenin karşılaştığı bir durum.
Türkiye’nin kültür savaşı ne zaman başladı? Birçok farklı başlangıç tarihi verilebilir; fakat son şeklini Batılaşma vetiresi ile aldığı söylenmelidir. III. Selim ve II. Mahmut, devletin gücünü geri kazanması için aldıkları tedbirlerle, sonuçlarını kendilerinin bile tahmin edemeyeceği bir kültür savaşının ortamını da yaratmış oluyorlardı. Aynı yıllarda Fransız İhtilali’nin vuku bulduğunu ve kısa süre içinde Türkiye üzerinde de etkilerini göstermeye başladığını belirtelim. Bu iki olay, Batı’da gerçekleşen büyük değişimler ve içeride alınan Batılılaşma tedbirleri Türkiye’nin kültür savaşının karakterini belirleyen iki temel olaydır.
İki yüzyıldan fazla zamandır hem Batı’nın hem devletin baskısını hissetmeye alışığız. Son dönemde Batı’nın baskısını Türkiye’de hissettirme görevini devlet yarı sivil toplum kuruluşlarına devretmiş bulunuyor. Bunların “yarı” sivil olması, biraz derin kazınca gayri sivil denecek kadar Batı memuru olmalarından, Batı’nın Türkiye konusunda vazife icra eden kültürel, ekonomik, politik komiserliklerinin daha alt şubeleri veya şebekeleri olarak işlev görmelerinden kaynaklanıyor.
Görünüşe inanacak olursak, Türkiye’nin kültür savaşı Ergenekoncularla Tarafçılar[5] arasında geçmektedir. En azından meselenin 2000’li yıllarda aldığı biçim budur. Oysa gözümüze sokulan bu iki kesimin bindiği tren aynıdır, varmak istedikleri hedef de aynıdır; sadece trenin hangi makasları alarak hedefe varacağı konusunda bir kültür savaşı içindedirler. Tarafçılar Amerika merkezli bir kültür kavrayışına sahipler. Bundan dolayı, “demokrasi” bunların kültür savaşının bayrağı durumundadır. Demokrasi diyerek kastettikleri birkaç şey var: Bunlardan birincisi ve en önemlisi, büyük sermaye sahiplerinin, yani kanun çerçevesinde tefecilik yapanların, devlet tahvili faizleriyle servetlerine servet katanların belirleyeceği bir dünya görüşünün tüm kafalara sokulması. Sermaye kazançlı çıktıktan sonrası Tarafçılar için fark etmiyor. Bunların kültür savaşında başörtüsüyle eşcinsellik veya genel olarak din ile dinsizlik arasında önemli bir fark yok. Devletin sermayeye müdahalesini hangisi engelleyecekse onun davacısıdırlar. Tarafçılar devletin sermayeye müdahalesinin mümkün olduğu kadar azalmasını istiyorlar. Zira, bu sayede arzuladıkları dünyevi refahın sağlanacağına iman etmektedirler. Bu refahın halk çoğunluğuna yayılmayacak olması onları ilgilendirmemektedir.
Ergenekoncular ise devlet, millet, halk, Türkiye, Cumhuriyet vb. gibi insanları bu ülkede bir arada tutan norm, kanun, talep ve ülküleri kendi mallarıymış gibi göstererek, artık Fransa’nın bile tam uygulayamadığı baskıcı, şekillendirici Avrupa ulus-devleti yaklaşımını sergiliyorlar. Tarafçıların sözde özgürlükçü Amerikancılığı karşısında Ergenekoncuların özgürlüğü şarta bağlayan Avrupa-merkezciliği yer alır. Ergenekoncuların asıl hedefi devlet aygıtının üyelerinin yani belli kapıların kullarının ve bunlardan geçinen ihalecilerin gelir-geçim üstünlüklerini korumaktan ibarettir.
Tarafçılar Ergenekoncuları statüko oluşturmakla suçladıkları zaman haklıdırlar. Ergenekoncular da Tarafçıları Batı ajanı olmakla suçladıkları zaman haklıdırlar. İki kesimin haksızlıkları daha çok kendi önerilerindedir. Mesela, Tarafçılar Amerikan tarzı özgürlüğü bize önerdikleri zaman yalancıdırlar. Gülücükler içinde birlikte yaşama, her görüş ve yaşam biçiminin serbestisi gibi fikirler safsatadan ibarettir. Ergenekoncular da her birimizi kendi ülkülerine bağlanmaya çağırdıkları zaman yalancıdırlar. Zira, devlete mensup olmadan devlet ülkülerine bağlanmak Ergenekoncuların çıkarları için kölelik etmekten farklı değildir, ki bu ülkenin yurttaşları iki yüzyıldan uzun bir süredir hem Ergenekoncuların hem Tarafçıların çıkarlarına çalıştıklarının son derece bilincindedir.
Kültür savaşının iki büyük başlığı yani halkçılık ve Batılaşma meseleleri Ergenekon-Taraf kısırdöngüsü içinde görünmez hale gelmiş bulunuyor. Asıl savaş, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının kendi talepleri doğrultusunda ve kendi emekleri sayesinde kendi gelişim çizgilerini önlerinde bulamamalarından kaynaklanıyor. Attilâ İlhan kültür savaşı yazılarını derlediği kitabında anılmaya değer bir tespitte bulunur: “Mustafa Kemal’in ölümünden sonra, Türk kültürünü Yunan/Latin tabanına oturtmak eğilimi, ‘aktarımcı ve malumatfuruş’ aydın türünü yeniden tedavüle çıkarıyor. Üstelik, bürokrasiyle adeta özdeşleştirerek! Sonucunu görüyoruz: Yarım asrı geçen Cumhuriyet tarihinde, kültür hayatı, elli milyonluk ülkede, yüz bilemedin beş yüz bin kişiyi ilgilendiren bir darlıkta kalmıştır. Cumhuriyet’in en büyük başarısızlıklarından birisi bu! Orijinal ulusal kültür bileşimi yapamıyor, bir; eldeki taklit kültürü de -halka yabancılaştığından- kesinlikle demokratikleştiremiyor, iki.”[6]
Attilâ İlhan’ın tespit ettiği, ulusal kültürün demokratikleşememesi sorunu, devletin ya da Türkiye’de Batılaşma veya genel anlamda modernleşme, çağıyla çağdaşlaşma vazifesini üstlenen kesimlerin kültür savaşını tüm boyutlarıyla ele alıp aynı zamanda Batı’ya karşı bir savaş olarak, tamamen halkın faydasına bir savaş olarak koyamamasından kaynaklanan bir sorundur. Bu ülkede kültür savaşı yapanlar ya Batı’dan emir alıyorlar ya da Batı’yla uzlaşmanın sonucu olan tatlı hayatlarını koruma endişesi dışında bir endişe taşımıyorlar. Tarafçılar ve Ergenekoncular. Türkiye’nin, Türk halkının önce bunların kültürel hegemonyasından kurtulması, kendi asabiyetiyle hareket etmeyi kendine öğretmesi gerekiyor. Bunda da iki kesimde de yer almaktan kaçınan her türden halkçılar rol alabilecektir.
NOTLAR [1] Hunter, J. D. (1992). Culture wars: The struggle to define America, Basic Books. [2] Borutta, M. (2003). Enemies at the gate: The Moabit Klostersturm and the Kulturkampf: Germany. Clark, C. ve Kaiser, W. (Ed.), Culture wars: Secular-Catholic conflict in the nineteenth century Europe içinde (s. 227-254). Cambridge University Press. [3] Gramsci, A. (2009). Hapishane defterleri (A. Cemgil, Çev.). Belge. [4] İbn Haldun, (2005) Mukaddime (S. Uludağ, Çev.). Dergâh. [5] “Taraf” simgesel değeri için seçildi bu yazıda. Taraf gazetesi FETÖ mağlup edilince ortadan kalktı ama bir önceki paragrafta anlatılan dış ülke bağlantılı “sivil” unsurlar varlıklarını koruyor. [6] İlhan, A. (2006). Ulusal kültür savaşı. Bilgi.