"Bu yalnızlığın kapıları önünde ben de eşsiz ve derin bir inançla dolu olarak duruyorum."
· Mehmet Doruk Kandemir ·

Rainer Maria Rilke, 4 Aralık 1875’te Prag’ta doğdu. Ömrü ben olamamanın sancısının öteki olmaya duyduğu büyük hayranlıkla teselli edilmesinin bir bütünüdür.
Rilke, Avusturya-Macaristan, Almanya, Fransa, İsviçre olmak üzere dört ayrı Avrupa ülkesinde yaşamını sürdürdü. 1926’da Valmont’ta sona eren dünya sürgünü boyunca Rusya, İsveç, Danimarka, Çekoslovakya, İtalya, İspanya ve Mısır gibi dünyanın çeşitli ülkelerini gezdi. Bu sürgün boyunca yanına “militan yalnızlığım” dediği azığından ve yazın ürünlerinden başka bir şey almamıştır. Şiirin yanı sıra roman, oyun, mektup, anı gibi türlerde eser verdi. Rilke’nin farklı ülkelerde yaşaması ona uluslar üstü bir içebakış yetisi kazandırmıştır denebilir.
Babası Josef Rilke, Avusturya ordusunda subay olmak istemiş, başaramamış; görevinden ayrılmış, demiryollarında müfettiş olmuş. Orta halli yaşamı yadırgamayan, tok gözlü bu adamın tam karşıtı olarak annesi şirazesiz tutkuların, aşkın özlemlerin kadını. Kendi soyluluk ve büyüklük iştiyakını oğlunun subay olmasını sağlamaya çalışarak dindirmek istiyordu; ama yedi aylık doğan bu narin yapılı çocuğu altı yaşına kadar kız gibi büyüttü, ona kız elbiseleri giydirdi. Bunda, ilk çocuğunun kız olmasının ve küçük yaşta ölmesinin etkisi büyüktür. Bu garip anne, ikinci çocuğunun erkek olmasına bir türlü alışamaz, sık sık oğluyla kız oyunları oynar.
Rilke, ailesinin zoruyla girdiği askeri okuldan ayrılır, saray noteri amcasının halefi olmasını istedikleri için hukuk okuması beklenir, bu da sonuç vermez. Bu arada sürekli şiirler, öyküler, oyunlar yazar. Münih’e gider, hayatının dönüm noktası olacağını bilmeden Lou Andreas Salome’yi tanır. Şairden tam on dört yaş büyük olan bu kadın, daha önce Nietzsche ve Freud’u adeta aşkının zehirli sarmaşığıyla kuşatmıştır. Tabii sonuç bu iki aykırı adam için hüsrandır. Lou güzel miydi? Hayır. Yaratıcı ve zeki erkeklerle karşılaştığında onların ruh alemine kancayı atıyor, onların bu güçlerini şahlandırıyor. Sonra... Sonrası geri çekilme, bütün benliğiyle kendini uzak yamaçlara saklama... Rilke’nin mektuplarına siner Lou’nun ruhu. Her yerde o’nu arar, en çok kendi benliğinde.
Lou ile birlikte Rusya’ya giderler. Saatler Kitabı’nın yazılmasında kuşkusuz bu yolculuğun, Lou’nun etkisi olmuştur. Derken, beklenmedik serencam: Rainer Maria, Rodin’in öğrencisi heykeltraş Clara Westhoff’la evlenir. Pek fazla birlikte yaşamıyorlar, ama ömrünün sonuna dek karısından boşanmaya da razı olmuyor. Onları ruhen bir arada tutan en büyük güç, hiç kuşkusuz kızları Ruth. Rilke’nin evlilik konusundaki görüşleri de derin ve düşündürücüdür:
“Bu yalnızlığın kapıları önünde ben de eşsiz ve derin bir inançla dolu olarak duruyorum; çünkü bunu, birbirinin yalnızlığını korumayı, iki kişi arasındaki birleşmenin en yüksek amacı sayıyorum. Çünkü ancak, derin yalnızlıkları ritmik olarak kesen birleşmeler gerçek birleşmelerdir.”

Paris müzelerindeki Rodin’in, Cezannne’ın sanat eserleri Rilke’yi derinden derine etkilemiş. Hayata bir Cezanne resmi, bir Rodin heykeli gibi biçim vermeyi, sözleri şiirin içinde resmetmeyi, şiirler yontmayı onlardan öğrenir. Bu anlayışla yazdıklarını Yeni Şiirler başlığı altında toplar. Yine Paris’te André Gide ve Paul Valéry ile tanışır, Gide’in Hristiyan mistisizmine getirdiği yepyeni bakıştan ve Valéry’nin şiirlerinde kurduğu imgelem dünyasından hayli etkilenir. Gide, Malte Laurids Brigge’nin Notları’nı okuduktan sonra “İki haftadır sizinle yaşıyorum, kitabınız varlığıma el koydu. Sizi daha iyi tanımamı sağladığı için ona öyle borçluyum ki; sizi daha çok tanımak daha çok sevmek de ondan,” diye yazar Rilke’ye.
Fransız edebiyatının ufuk şairi Valéry ise, “Bugüne dek tanıdığım olağanüstü kişiler arasında, en büyüleyici olanlardan biri ve en esrarlı olanı Rilke’ydi. ‘Büyü’ sözünün herhangi bir anlamı varsa, diyebilirim ki, onun sesi, bakışı, davranışları, onunla ilgili her şey, büyülü bir varlık izlenimi bırakıyordu kişide,” diye söz eder Rilke’den.
Şair, militan yalnızlığından bunalmıştır artık; bu yalnızlık her ân, her dakikada taşımak zorunda olduğu ikinci bir ruh gibi içinde gezinir. Bu zamanlarda, kendisinden Benvenuta diye bahsettiği, bir piyanist olan Magda von Hattinberg adındaki genç, militan yalnızlığına kurşun sıkar: “Tanrı’nın Öyküleri kitabınızı daha yeni okudum, yazarına teşekkür etmek gereği duydum; yeryüzünde hiç kimse benim kadar sevemez o kitabı.” Artık mektup bekleyen bir alıcı kuştur Rilke, hayranından tutkulu mektuplar almaktadır. Derken, vuslat gerçekleşir bir gün. Şair bu kadınla bir süre mutlu olur. Sonra hep kendisiyle kalmasını isteyince Hattinberg bunu kabul etmez, zira birlikte oldukları zaman başka birine dönüşür Rilke, sürekli onunla ilgilenir, çalışamaz duruma gelir. Artık Tanrı’nın Öyküleri’ndeki çoşkun şiirsel özne yerini anlık duygulanmalar sonucunda ortaya çıkmış zayıf mısralara bırakır. Hattinberg, kararı Rilke’nin yerine verir ve onu yalnızlığının kucağına tekrar gönderir.
Birinci Cihan Harbi patlak verdiğinde Rilke Münih’tedir, bir ara askere çağrılır. Dostlarının himmetiyle bu görevden muaf tutulur. Savaş yılları şair için de büyük bir yıkımı beraberinde getirir. Paris’teki evinde bulunan kitaplara, ufak tefek eşyalarına el konulur. Fransız yazarlar, Rilke gibi büyük bir şaire bu muamelenin yakışmayacağı konusunda Fransız hükümetini ikna ederler ve eşyalarının bir kısmını kurtarırlar.
Uzun bir sükuttan sonra Batı şiirinin 20. yüzyıldaki en büyük verimlerinden sayılan Duino Ağıtları çıkar. Bu şiirlerde, insan varoluşunun sıkıntılarla, eksikliklerle, sınırlarla örülü olmasından duyulan umutsuzluk dile getirilir. Bu umutsuzluk yeni bir melek doğurur. Bu eserin en önemli vasfı, büyük anlatılardan doğan tragedyalara özgü bir hakikat anlayışını içinde barındırmasıdır. Kısa bir süre sonra elli beş şiirlik Orpheus’a Soneler’i yazar. Tragedyanın hayata karşı olan gerilimli durumunu mütemadiyen yaşayan ve nihayetinde başarıyla bu durumun üstüne çıkan ozanın, şiirle müziğin üstadı sayılan Orpheus’a sunduğu övgülerdir.
Sürgün nihayete erecekti artık şair için. Dostunun şatosu olan Muzot’ta kalırken, Madame Eloui Bey adında (Türk asıllı veya bir Türkle evlenmiş olma ihtimali yüksek) güzel bir Mısırlı kadın şairi ziyarete gelir, şiirlerine adeta tutkundur. Rilke sevinir, ona gül koparmak için şatonun bahçesine gider. Gülü koparırken eline diken batar. Ağrısı artınca doktora giderler. İleri dereceye gelmiş kan kanseri teşhisi konulur. İki ay sonra sürgünü biter. Mezar taşına yazılması için hazırladığı şu mısralar vasiyet olarak kabul görür ve isteği yerine getirilir:
Gül, ey saf çelişki, nice göz kapağının altında
hiç kimsenin uykusu olmamanın
sevinci.
Zalimce hayranlık duyulan yalnızlık, gül kesiğiyle dağılıp gitmiştir artık.